annesiz büyüyen erkek çocuğun psikolojisi

Kamuİşçileri Sendikası (Kamu-İş), Lefkoşa Çağlayan Çocuk Yuvası ve Ortaköy’deki Erkek Evi’nde yaşanan sıkıntıların giderilmesi yönünde herhangi bir adım atılmaması nedeniyle Lefkoşa Çağlayan Çocuk Yuvası’nda bir saatlik uyarı grevi yaptı. Sendika, gelecek haftanın cuma gününe kadar sorunlara bir çözüm Oradayedi çocuğa bakıyor ve annesiz bir eve sıcaklık ve şarkı getiriyor. Bu hikaye İkinci Dünya Savaşı'na giden günlerde geçtiğinden, Alman işgalinin başgösteren tehdidi var. Afrika ormanlarında büyüyen yetim bir çocuk olan Tarzan'ın hayat hikayesini takip ediyor. Tarzan, bir goril olan Kala tarafından büyütülür Babamızdışarıdaki ihtiyaçlarımızı karşılar. Annemiz bize bakar, yiyecekleri pişirir, giyeceklerimizi diker ve onarır. Annesiz ve babasız çocuklara "Çocuk Esirgeme Kurumu" bakar. Bir ülkenin geleceği için, çocuk çok önemlidir. Gelecekte büyüyecek olan bu çocuk, vatanına hizmet edecektir. Ailesine yardımda bulunacaktır. Allahmerhametini 100'e böldü, yalnız 1'ini dünyaya indirdi. Anne yavrusuna o merhametle bakar, mahlukat o şefkatle birbirini sever..Öyleyse ümitsiz bir kelebek olmak yok dedim kendi kendime. Ne aşk için, ne kulluk için, ne günahlar için..Öyleyse yeni duymuşcasına bu hükmü, ''kurtulduk'' diye içimde haykırdım. Fikriye 1916 yılında, 2. kızını da kucağına aldığında, henüz 17 yaşındaydı ve bu dünyadaki misafirliğinin sadece 12 yıl süreceğini bilmiyordu.İstanbul Yedikule'de bir konakta otururlardı. Yüzü medeniyete dönük bir anne ve babanın iki kızının küçük olanı idi Fikriye.Dümdüz siyah saçlara, kestane kahvesi gözlere sahip olan ablasının tam tersine, dalgalı my brother repaired the motorcycle yesterday passive voice is. Terk edilmek insanı her yaşta kötü etkileyen ve travmaya neden olan bir durum. Ancak özellikle çocukluk yıllarında, bakıma muhtaç olunan zamanda, kendisine bakan ebeveyni tarafından terk edilmek daha büyük travmalara neden oluyor. Memory Center Nöropsikiyatri Merkezinden Uzman Çocuk Psikiyatristi Dr. Ahmet Çevikaslan ile çocukluk yıllarında terk edilme psikolojini yaşayanlar üzerine bir röportaj yaptık... Ebeveynlerince istenmeyen ya da istenmediği düşünülen çocukların psikolojisi nasıl gelişiyor? Terk edilmek; yaşı ne olursa olsun her insan için travmatik bir deneyimdir. Terk edilen kişi çocuk, terk eden de anne veya baba olduğunda bu terk etmenin verdiği acı çok daha yoğun yaşanır. Çocuğun yaşadığı acının şiddetini sadece terk edilme değil terk edilme biçimi, öncesinde ve sonrasında yaşananlar da etkiler. Terk öncesinde aile içinde yoğun çatışmalar varsa, çocuğun kendisine veya aileden bir başkasına uygulansın korku ve şiddet ortamı var ise zaten çocuğun belleğinde yeterince acı birikmiştir. Terk deneyimi yaşanan acının en vurucu noktası olur. Terk edilme sonrasında, çocuğun bu travmayla kolay başa çıkması için çevresindeki sosyal desteklerin güçlü olması gerekir. Diğer ebeveynin anne veya baba ya da aileden birisinin destekleyici figür olarak yanında olması, bakımını sürdürmesi çocuğun en büyük güvencesidir. Çocuğun terk edilme nedeniyle yaşadığı mutsuzluğun derecesini belirleyen en önemli unsurlardan birisi de; anne veya baba yoksunluğunu kaç yaşında yaşadığıdır. Bebeklik çağında terk edilen bir çocuğun öncelikle günlük bakımı aksar, bu da çocuğun beslenmesini ve uykusunu aksatabilir, çevreden gelen sevgi ve şefkat mesajları kaybolur, bu yoksunluk uzun sürerse çocuğun gelişiminin dahi etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Çocuk büyüdükçe; aile içindeki sorunları daha kolay kavrar, zihinsel gelişimi daha ileridir. Okul öncesi yaşlarda neden-sonuç ilişkisi kurmakta zorlanan çocuk; okul çağlarında artık ailedeki sosyal ortamın da bilincindedir. Ergenlik çağında ise anne babanın yokluğu, ergen üzerindeki anne baba denetimin ve modelliğinin yokluğu demektir, ergenlikteki kimlik karmaşalarının ve kişilik patolojilerinin de en önemli nedenidir. - Bir çocuk için anne neden çok önemlidir? Eksikliği neler yaratır? Çocuk, gözlerini açtığında ilk olarak gördüğü bağlanma ve sevgi nesnesidir. Varlığı güvence verir, sevgi ve bakım gereksinimini karşılar, çocuğun sağlıklı kişilik gelişiminde ayna görevi görür. Yokluğu ise bütün bu gereksinimlerin karşılanmaması veya ileriki yaşlarda kesintiye uğraması anlamına gelir. Herkes anne olabilir mi? ya da her insanın anne olmaya hakkı var mıdır? doğurup doğurup terk ettiklerini düşünürsek! bu duruma nasıl bir çözüm getirilebilir? Annelik hakkının tartışılması diye bir düşünce söz konusu olamaz. Fizyolojik ve ruhsal yeterliliği olan her kadının buna hakkı vardır. Toplumsal yaralarımızın sorumluluğunu bu kitapta olduğu gibi anne babalara yıkmak ve annelik ruhsatını tartışmaya açmak biraz romantik ve fantastik bir düşünce. Eğer aile bir toplumsal kurum ise, herhangi bir kesimi günah keçisi ilan etmeden; bütün toplumu ilgilendiren daha ileri düzenlemeler yapılmalıdır. Anne baba eğitim çalışmaları, sivil toplum örgütlerinin ailelere yönelik aktiviteleri, yuva, yurt vb devlet kurumları içindeki sorunların çözülmesi, suç örgütleri ile daha etkili mücadele edilmesi vb gibi birçok eylem ve bütün bunları gerçekleştirecek yasal düzenlemelerin yapılması daha gerçekçi olur. Hangi anne çocuğunu bu kadar kolay bırakır ki. - Annesiz babasız büyüyen çocuklar ileride problemli olur demek doğru mudur? Birebir kesinlikte neden sonuç ilişkisi kurmak haksızlık olur ama büyük oranda gerçekçi bir önermedir. Anne baba çocuk için bakım verendir, çocuğun bedeninin sağlıklı gelişimini sağlar, sevgi ve şefkat verendir, çocuğun tutarlı duygusal gelişimi için öncülük eder, disiplin verendir, aşırılıklarını dizginler, iyi davranışları için model olur, çocuğun ekonomik güvencesidir, yaşamı boyunca en fazla güvenebileceği figürlerdir. Bütün bu nedenlerle, çocuk gelişiminde bu kadar çok işlev taşıyan anne babadan yoksun kalmak her çocuk için zordur. Yapılan araştırmalar ve klinik deneyimlerimiz gösteriyor ki; anne veya babanın gereken yerde ve zamanda çocuğun yaşamında olmaması, çocuğun o anda ve gelecekte pek çok psikiyatrik ve fizyolojik problem yaşamasına zemin hazırlayabilmektedir. Bebelikte anneden yoksun büyüyenlerin ileri yaşlarda bağımlı kişilik yapısı geliştirebildiklerini, hatta terk depresyonu' dediğimiz, kaybetmeye/yalnız kalmaya aşırı tahammülsüzlük ile tipik kronik depresyonlara yatkın oldukları bilinen bir gerçek. Ebeveyn yoksunluğu çocuğun gelişimini dahi aksatabilir, konuşmayı geciktirebilir, kas gelişimi zayıf kalabilir, zeka gelişimi duraksayabilir. Annenin yetersiz kalarak büyüttüğü çocuklarda ve bazen yuva çocuklarında; insanlarla ilişkilerde sınırsızlıklarla tipik 'reaktif bağlanma bozukluğu' dediğimiz sorunu sık görebiliyoruz. Anne baba modelinin olmadığı bir ergen, ciddi kimlik karmaşası ve kişilik patolojisi yaşamaya aday demektir. - Çocuk için anne yokluğu mu baba yokluğu mu daha ağırdır? Annenin veya babanın çocuk gelişiminde aldığı role göre ve çocuğun cinsiyetine göre değişir. Temelde yer alan sevgi, bakım, disiplin gereksinimleri dışında; kız çocuk feminen özellikleri annelik, kadınlık anneden, erkeklerle ilişki biçimini babadan, erkek çocuk ise maskülen özelliklerini babalık, erkeklik babadan, kadın figürlerle ilişki biçimini ise anneden görür ilk defa. En doğruyu söylemek gerekirse; birisinin yokluğunda, bütün rolleri anne veya baba tek başına üstlenecek, hem yükü iki kat artacak, hem de çocuğa yanlış modellik söz konusu olacaktır. - Anne ya da baba hangi duygularla çocuğundan vazgeçmek ister? Aklı başında hiçbir anne çocuğundan vazgeçmez. Türe özgü olan annelik davranışının doğasına aykırıdır. Ama çeşitli yaşamsal güçlükler ve travmalar nedeni ile çocuğunun bakımını sürdürmekte yetersiz kalabilir, zorluk yaşayabilir, dışardan zorlanabilir. Baba ile sorunlar yaşar, ikinci evliliğe özgü sorunlar yaşar, ekonomik gücü yoktur vs. Aslında terk edilen çocuğun kendisi değil, ağır gelen yaşamsal zorluklardır. Terk etme duygusu; geçici duygusal nedenlerle de olsa sadece terk edilene değil, terk edene de acı verir. Burada yapılan röportajlar, çocukların kendileri ile yapılan konuşmalar. Anne babalar açısından bakmakta da yarar var. Üstelik unutulmamalı ki, sokakta yaşayan çocukların çoğunun aileleri var ve evden kaçmak, haklı gerekçeleri olsa da kimi durumlarda kendi tercihleri. - Bazı anneler çocuklarından birine şiddet uygulayıp diğerlerine karşı sevgi dolu olabilir diyorlar. Bu doğru mu? Nasıl açıklanabilir? Bizim toplumumuzda anne babalar çocuklarına karşı, kendi duyguları ve beklentilerini ölçü alarak davranma eğilimindeler, yani çocuklarına empatik davranma zorlukları var. Çocuğunu kendi beklentisi ile büyüten bir anne de, beklentiye daha iyi karşılık veren çocuğa daha olumlu yaklaşabiliyor, yani o çocuk 'iyi çocuğu' oynuyor, bu durumda, annenin beklentisine karşılık veremeyen diğerine de 'kötü çocuk' rolü kalıyor. Annelerin bilinçli olarak yaptığı bir şey değil bu. Şiddetin yer aldığı bir ailede şiddeti de kötü olan görüyor doğal olarak. Bu tür grup dinamikleri yanında; çocukların kişilik özellikleri de söz konusu. Gelişim sorunları olan, davranım bozuklukları olan, psikiyatrik problemleri olan çocuklar da; aile içinde sağlıklı ilişki kurma güçlükleri nedeniyle şiddetin hedefi olabiliyorlar. - Ailelerinden uzak bu çocuklara nasıl yaklaşmak gerekir? Sokak çocuklarının artışı ile birlikte bir sokak kültürü de keskinleşmeye başladı. Sokaklarda duygu sömürüsü ile bir şeyler satan çocuklar herkesin malumu. Bazen bizim insanımız da farkında olmadan, koruyucu davranmak bu kültürü ve çocukları sokaklarda istismar edenleri ödüllendirici olabiliyor. Ayrıca, bizim toplumumuzda çocuğun anne babadan gördüğü şiddeti hafife alma, hatta göz yumma eğilimi var. Çocuğun şiddete maruz kaldığı ortamlarda, bu durumu ilgili yerlere bildirmek vatandaşlık görevi olmalı. - Aile içinde her türlü şiddete maruz kalan çocuklar için ne söyleyebilirsiniz? Anne babaların bilmeleri gerek şeyler var - Şiddet, iletişimde beceriksizliktir. Bireyleri arasında sağlıklı iletişimi başaran aileler şiddete gereksinim duymazlar. - Şiddetin azı, yararlısı, geçicisi olmaz. Korkutucu olan ve itaate zorlayan bütün eylemler, sözler, tavırlar şiddet anlamına gelir. Sizin ne yaptığınız değil, çocuğunuzun nasıl algıladığı önemlidir. Bazen bir çocuk; ters bir bakıştan bile örselenebilir. Bir kez denediniz mi devamı gelir. - Şiddet ile elde ettiğiniz sonucu yeniden elde etmek için bir dahaki sefere daha yoğun şiddet uygulamak zorunda kalırsınız - Şiddeti gören çocuk, uygulamayı da öğrenir, o da büyüdüğünde şiddete yatkın bir büyük olarak kendi çocuklarına da şiddeti uygular. KAYNAK Yayınlanma Tarihi 31 Ekim 2008 Cuma, 0701 Error 522 Ray ID 738485fb0dbeb926 • 2022-08-10 001333 UTC AmsterdamCloudflare Working Error What happened? The initial connection between Cloudflare's network and the origin web server timed out. As a result, the web page can not be displayed. What can I do? If you're a visitor of this website Please try again in a few minutes. If you're the owner of this website Contact your hosting provider letting them know your web server is not completing requests. An Error 522 means that the request was able to connect to your web server, but that the request didn't finish. The most likely cause is that something on your server is hogging resources. Additional troubleshooting information here. Cloudflare Ray ID 738485fb0dbeb926 • Your IP • Performance & security by Cloudflare Uzman Gelişim Psikolog Tuba Sökmen, 1979 İstanbul doğumlu… Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünden 2001 yılında mezun olduktan sonra, 2003 yılında Gelişim Psikolojisi alanında çalışmalarını tamamladı. Çeşitli Anaokullarında ve Kadın Sığınma evlerinde vazife yapan yazarımız, evli ve üç çocuk annesidir. Tûba Hanım, bu mesleği seçmenizin özel bir sebebi var mı? En büyük sebep, babamın bir psikiyatr olması… Babamın hastalarının, babama hep dua ettiklerini görürdüm. Bu, beni çok etkilerdi. Doktorluk, zaten çok ulvî bir meslek; hem de aklen ve rûhen bunalımda olan hastalara yardım etmek, yardımcı olmak bambaşka bir duygu... Bu vazifeyi, aslında birçok Allah dostu da yapmış ve yapmaya devam etmekte… Meselâ bu sabah Akşemseddin Hazretleri’nin hayatını okurken fark ettim, o da bu vazifeyi yapmış. Bu çok hoşuma gitti. İnşâallah bizler de maddeten ve mânen bu hizmetin hakkını verenlerden oluruz. Bu sayımızda bütün insanların yetişkinliğe adım attıkları bir dönem olan ergenlik, problemleri ve çözüm yollarından bahsetmek istedik. Sizinle de kızların ergenlik dönemi hakkında bir hasbihâl yapmak istiyoruz. Öncelikle “ergenlik” nedir? Bu dönem, ne kadar sürer? İnsanoğlunun doğumdan itibaren geçirdiği dönemler vardır. Ergenlik, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir. Bu dönem, büyümenin ve gelişmenin çok hızlı olduğu, cinsel özelliklerin belirginleştiği bir dönemdir. Ergenlik döneminin ne kadar sürdüğü hususuna gelince, bu, genetik faktörlere, bulunduğu çevreye ve zamana göre çok farklılık gösterebilir. Fakat literatürlere baktığımızda kız çocuklarında on-oniki yaşları arasında olmaktadır. Eğer daha erken yaşta ergenlik belirtileri başlarsa, buna hastalık gözüyle mi bakılmalı? Aslında daha erken yaşlarda da karşılaşabiliyoruz. Bu hastalıktan öte, çağın getirdiği problemlerden ortaya çıkıyor. Çünkü hormonlu gıdalarla beslenen vücut, daha hızlı gelişiyor, erken cinsel uyarılma, medya tv, internet vs, bir de küresel ısınma, bunun en başlıca sebeplerinden… Bunların içinde en önemlisi de televizyon dizilerinin etkisi… Bu dizilerde bizim gelişim psikolojisinde okuduğumuz konuların tam tersi konular işleniyor. Bizim okuduğumuz ilme göre, çocuk 11-12 yaşına kadar cinsellikten haberdar değil ya da bu duygularını tamamen arka plana atar. Cinsel konulara merakı sıfırdır diye öğrendik. Fakat özellikle bu yaş grubuna hitap eden dizilere bakıyoruz. O yaştaki bütün çocuklar, aşk-meşk peşinde, hepsinin erkek arkadaşı var. Şuuraltı bu şekilde yüklenen çocuk da bunu taklit etmeye çalışıyor. İşin normali buymuş gibi algılıyor. Dolayısıyla erken uyarılıyor. Bir de kimi âileler, çocuklarına sürekli, “sevgilin var mı” veya “kime âşıksın” diye sormak sûretiyle bu süreci hızlandırıyor ve tâbir câizse, vaktinden evvel onları buna zorluyorlar. İşte bütün bunlar, çocuğun duygusal gelişimine zarar veriyor. Âileler, uyanık olup bu tür dizileri çocuklarına aslâ izlettirmemelidir. Ayrıca televizyonun çocuklarımıza kazandıracağı hiçbir şey yok, bunu da unutmamalıyız. 12 yaşını tamamlamış, hâlâ ergenlik dönemine girmemiş olanlar için ne yapılmalıdır? On altı yaşına kadar beklenilir. Daha sonra bir kadın doğum doktorundan yardım alınmalıdır. Anneler, ergenlik dönemine girmeden kızlarına bu dönem hakkında ön bilgi vermeli midir? Mutlaka vermelidirler. Kızımız, bu bilgileri ilk olarak annesinden öğrenmelidir. Bu durum, annesine olan güvenini de artıracaktır. Çünkü bu dönem yaklaştıkça merak başlar, okuldan arkadaşlarından bir şeyler duymaya, öğrenmeye başlar. Bu şekilde öğrendikleri de çoğu zaman yanlış şeylerdir. Bu yanlış efsâneler, ileride onun evlilik hayatını bile etkileyebilir. Kızımızla özel konuşmalı, bunun bir genç kızın ileride anne olabilmesi için ilk adım olduğunu, bütün sağlıklı hanımların bunu yaşadığını, onun anlayabileceği şekilde anlatmalıyız. Çocuğumuza bu konuyu ve hanımların özel durumlarını, benimle rahatlıkla konuşabilirsin mesajını vermeliyiz. Kızların ergenlik problemleri nelerdir? Herhalde en belirgin problem, güzelliklerini sorgulamaları, kendilerini beğenmemeleri galiba… Aynen öyle… Bedenleriyle çok fazla ilgileniyorlar ve kendilerini bu konuda çok fazla eleştiriyorlar. Bunu, Şebnem Dergisi’nde “Teşekkür Ederim Anneciğim” başlıklı yazımda da anlatmıştım. Ergenlik dönemimde, ben de sürekli kendimden şikâyet ederdim. Çok kiloluyum, sivilcelerim var vs… Her yakınmaya başladığımda annem, hemen lafı ağzımdan alır “-Harika gözüküyorsun. Bu eteğinin üzerine şunu giyersen sana çok yakışacak!..” ya da “Dışarı çıkarken şu örtü, sana daha çok yakışıyor.” diyerek benimle yakından ilgilenmeye gayret ederdi. Saçımı beğenmesem üşenmez fön çeker veya sarar, benimle uğraşarak aklımı öyle bir meşgul ederdi ki, nihayet kendimin çok güzel olduğuma inanırdım. Yani kendimle uğraşmaktan, dışarıda hangi erkek varmış veya kimin ilgisini çekebilirim aklıma bile gelmezdi. İşte bilinçli bir annenin ne kadar büyük bir nîmet olduğunu, psikolojiyi okuduktan sonra daha iyi anladım. Hatta annemle de paylaştım. Annem de “-Annelerin vazifesi, çocuklarının neye ihtiyaç duyduğunu anlamak ve en doğru şekilde o ihtiyacını karşılamaktır.” demişti. Diğer problemlerine de temas edecek olursak, duygusal hassasiyet, alınganlık, çok ağlama, kendisine tanınan hakları her zaman yetersiz bulmak, kendilerini sürekli arkadaşlarıyla kıyaslamak… Kendisine tanınan haklarla sevgiyi kıyaslar. Ne kadar çok seviliyorsa, o kadar çok hakkının olması gerektiğini düşünür. Hâlbuki bunun arasında hiçbir bağlantı yoktur! En son, basından şahit olduğumuz, bir genç kızın Münevver Karabulut uğradığı vahşî cinayet, buna çok güzel bir örnek… Sonsuz bir özgürlük, mutluluk getirmiyor. Bilakis doyumsuzluk, huzursuzluk ve bunalım getiriyor. Çocuk, anne-baba tarafından kontrol edilmeli ve bu kontrolü üzerinde hissetmelidir. Ergenlik döneminde “rol-model” dediğimiz “örnek insanlar” önemli midir? Bu devrede anneler, kızlarına nasıl yardımcı olabilirler? Bu döneme kadar âile çok önemliydi. Ama ergenlikte sosyal hayat, daha ön plana çıkar. Mesela anne pasifse, sindirilmiş bir anne modeli varsa, bu, kız çocuğu için olumsuz bir örnek olacaktır. Aslâ annesi gibi olmak istemediğini hissettirmek için, çok aktif, çok hırçın tavırlar sergileyecektir. Veya anne, çok dominantsa baskın, sözünü dinleten, çocuğa hiçbir fırsat sunmuyorsa, her şeyi kendisi planlayıp herkes ona itaat ediyorsa, bu sefer de kız çocuğu çok pasif, sinmiş bir şekilde âilenin eteği altında duracaktır. Ama dışarı çıktığında tam tersi davranışlar sergileyecektir. Annenin ev içersinde baba ile uyumlu, sözü geçen, fikirleri önemsenen bir merkezde durması gereklidir. Yoksa anneden ziyade televizyon ve görsel medyadan kendisine modeller seçecektir. Nasıl bir yetişkin olacağına kendisi karar vermeye çalışır, buna da karakteri yardımcı olacaktır. O yüzden bir tek annesi değil, ona model olacak çevresi de ayrı ayrı öneme sahiptir. O zaman bu döneme kadar “rol-model”ler çok önemliydi, diyebilir miyiz? Evet, bu döneme kadar anne-çocuk münâsebetlerini sağlam bir şekilde oturtabilmiş bir anne, bu dönemden sonra kızı ile biraz daha arkadaşça bir duygu bağı kurmaya kayabilir. Diyelim ki, anne, bu döneme kadar bunu bilmiyordu, şimdi öğrendi. Çok mu geç kalmış sayılır? Aslında geç kaldı, fakat duygusal anlamda ona yaklaşmaya gayret etmelidir. Ne kadar başarırsa, kâr kârdır. Bu dönemde ona emir vermek veya nasihat etmek yerine, onu dinleyen, onunla sohbet eden, yaşayarak örnek olan bir anne modeli daha önemlidir. Bu dönemde ebeveyn ve kızları, beraberce oturup hep birlikte sınırları belirlemeli, kural konulacaksa hep beraber kural koymalıdır. En doğrusu ve en etkilisi bu!.. “Sen de karar verebilirsin, senin görüşlerin bizim için önemli!..” mesajı veriliyor. Bir de kuralların sebebi açıklanırsa, uygulaması daha kolay olur. Çünkü bu dönemdeki fert, ne çocuk, ne de yetişkindir. Aslında tam bir bunalım devresi… Bence bu devreyi en sıkıntılı şekilde kız çocukları geçiriyordur. Çünkü hanımlardaki en büyük ihtiyaçlardan birisi, kendisini, güveneceği bir yere ait olduğunu hissetmesi değil mi? Evet, genç, burada kendisini hiçbir yere âit hissetmiyor. Ne çocuk, ne yetişkin!.. Yetişkinim dese, etrafı onu hâlâ çocuk görüyor. Bunun bocalamasını yaşıyor. Ergenin en büyük özelliği, duygusal iniş-çıkışlar… Büyüme ile birlikte yeni yerine adapte olmaya çalışıyor ve bunun heyecanı içerisinde her türlü hatayı yapabiliyor. Olayları bir yetişkin kadar mantıklı değerlendiremiyor. Değer yargıları, bir yetişkininki kadar sağlam değildir. Bu dönemde erkek çocukları daha çok dışarı açılırlar; sosyal aktivitelere katılmayı severler, arkadaşlarıyla grup hâlinde dolaşırlar. Kız çocukları da içine kapanırlar. Bu dönemde arkadaşlık çok önemli olmasına rağmen ikili arkadaşlıklardan hoşlanırlar. Köşeye çekilirler. Bir liseye gidin, teneffüste kızları ve erkekleri ayrı ayrı inceleyin. Bunları rahatlıkla görebilirsiniz. Bu dönemde karşı cinse karşı bir meyil başlıyor. Özellikle âilesinden yeterli sevgi ve ilgiyi görmemiş gençler, bazen yanlış karar verebiliyorlar. Bu hassas dönemde babalar, kızlarına nasıl yardımcı olabilirler? Cinsel kimliğin şekillenmesinde, hem kız çocuğunda, hem de erkek çocukta baba, anneden daha önemlidir. Yani babasız yetişen veya baba sevgisinden mahrum yetişen bir kız çocuğunun, kendisine cinsel mânâda güvenebilmesi, mutlu bir evlilik yapması, annesiz büyüyen bir kız çocuğundan daha zordur. Rol-model çok önemli, fakat babanın tâ doğumdan itibaren kızını onurlandırması, dişiliğini hissettirmesi, “Çok güzel olmuşsun, hanım kızım!” demesi, bir kız çocuğunun karşı cinsten alacağı ilgiyi tatmin eder ve kız dışarıdan ilgi arayışına girmez. Ama babadan yeteri kadar ilgi ve sevgiyi görmeyen, bunu hemen karşı cinste ve dışarıda aramaya başlar. Peki, baba, kızına gereğinden fazla ilgi gösterirse, başka bir ifadeyle anne, babanın ilgisinin yanında pasif kalırsa… Bu da başka bir problemdir. Burada da kız, cinsel anlamda aşırı derecede öz güven sahibi olur. Gelecek tehlikeleri sezemeyebilir. Her erkeğin babası gibi iyi niyetli olduğunu düşünebilir. O yüzden ifrat-tefrit olmayacak!.. Dişilikte ve paylaşımlarda anne birinci planda… Bu dengeyi de yine baba koymalı ve korumalıdır. Yani “anneniz, hanım olarak benim kalbimin asıl sahibi, sen kızımsın!..” imajını iyi vermelidir. Kız çocuğu, hiçbir zaman sevgide annesini rakip olarak görmemelidir. Ergen, neden bu dönemde âilesi ile anlaşamaz? Sağlıklı bir âilede ergenliğe kadar babaya hayranlık, ergenlikle birlikte de âileden kopuş başlar. Dışarıya kaçış ile karşı cinse meyil duymaya başlayınca ergende vicdan azabı ortaya çıkar. Bu suçluluk hissiyle de âileye karşı bir düşmanlık belirir. Bu yüzden âileden kopuştaki acıyı hafifletmesi üzere babanın kızıyla ilgilenmesi, onunla konuşması ve birlikte zaman geçirmesi, ergene değer verildiğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Yine kendimden örnek vermek isterim. Biz iki erkek, bir kız kardeşiz... Babam işten geldiği zaman, eve girdiğinde, beni ortalıkta göremezse, “Kızım nerede?” diye sorardı. Ben odamda ders çalışırken, elinde meyve tabağı ile gelir, bana hem meyve soyup verir, hem de benimle sohbet ederdi. Bunu ne amaçla yaptığını büyüyünce daha iyi anladım. Allah kendilerinden râzı olsun. Ebeveynler, bu dönemde içine kapanan kızlarıyla iletişim kurmak için fırsatlar gözlemeli, bazen de böyle fırsatları kendileri hazırlamalıdırlar. Ergenin etrafıyla çatışmaya başladığında, âile haklı olarak onu uyarıyor. Âilesinin uyarısını, kendisine karşı bir müdâhale olarak algılayan ergene nasıl yaklaşılmalıdır? Bunun için çocuk doğduğundan itibaren evin içinde sağlıklı bir disiplin anlayışı oturtmak lâzımdır. Ergenliğe kadar sınırları olmamış, disiplinsiz büyümüş çocuk, on iki yaşına gelince, artık sınır konulamaz bir hâle gelmiştir. Hatta bu sınırları bizzat kendisi istese bile... Ama o çocuk, o evin içinde doğru kurallar ve ahlâkî değerlerle büyümüşse, anne-babanın her zaman kararlarında mutâbık olduğunu hissetmişse, o evin içindeki otoritede boşluk bulamaz. Ve bu dönemde siz sadece rehberlik edersiniz. Bir de ergen, bu dönemde kendini ispat etmek ister. Âile de bu dönemde yanlış karar vermesin diye sürekli kurallar koyar. Bu yüzden genç, etrafındakileri, özellikle de ebeveynini çok eleştirir. Kendisine sunulan imkânları çoğunlukla yeterli bulmaz. Onu bu dönemde ikna etmeye çalışmak gereksizdir. Bir de ergenlik dönemine kadar, her fert, âilesinin bütün duygu, düşünce ve tavırlarını, bir bilgisayar hâfızası gibi depolar. Onun ergenlik döneminde sergilediği davranışlar, o yaşa kadar âilesinden ve çevresinden öğrendiklerinden ibarettir aslında… Bu yüzden meşrû sınırlar içerisindeki bazı taşkınlıkları yadırganmamalıdır. Meselâ saçına-başına veya kıyafetlerine, yine meşrû sınırlar içindeyse, çok müdâhale etmemelidir. Allâh’ın belirlediği ölçünün dışına çıkarsa, uygun bir dille uyarılmalı değil mi? Evet, dışarıda başını örtüyordur. İçeride örtmesi için zorlanmamalı... İstediği kıyafetleri en azından ev içinde giymesine izin vermelidir. Bu kadının fıtratında var, beğenilmek istiyor. Diğer hanımların yanında mümkünse diğer kız arkadaşlarını eve çağırıp onların kendi aralarında eğlenmelerine izin vermelidir. Eğer aşırı tutucu olursak, ileride tam ters bir tepki verebilir. Bu dönemde gençlerin, düdüklü tencere gibi bir yerden tıslaması gerekiyor. Siz, ev içinde onun deşarj olmasına izin vermezseniz, o, bunu dışarıda yapacak ve sizden gizli şekilde yapacak… Bilmeden başka yanlış arkadaşlar seçecek!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hazret-i Âişe annemizin arkadaşlarının eve gelmesini bizzat istemiş, onların kendi aralarındaki eğlencelerine müdâhale etmek bir tarafa, hatta teşvik etmiştir. Bu da bize nebevî bir örnek olmalı, değil mi? Bununla paralel olarak şunu da sormak istiyorum Ergenliğin kişilik üzerindeki etkileri nelerdir? Sağlıklı bir yetişkinlik devresinin olması için ergenlik krizlerinin normal olduğunu kabul etmek gerekir. Kız çocuğunun içe kapanması, anneye tepki göstermesi, kendini ve çevresini eleştirmesi, bunların hepsi normal ve fakat geçici şeyler… Burada en önemli husus, ebeveynin şuurlu ve sabırlı olması... Bu dönemin geçici olduğunu hem kendileri kabullenmeli ve hem de ergene anlatmalıdırlar. Anne-babalar, bu geçici dönemdeki aykırılıkları, terslik veya isyanları, kendi şahıslarına yapılmış hareketler olarak görmemelidirler. Bu dönemde ergen, toplumun kendisinden neler beklediğini bilmiyor, nerede, nasıl davranacağını tam kestiremiyor. Çocuk mu, yetişkin mi? Bu yüzden ona yardımcı olmak lâzım… En büyük yardımcısı da, model aldığı kimseler; yani anne, abla, öğretmen ve arkadaşları… Çünkü bu dönemde gençler, seçtiği modelin hiçbir hatasını göremez. Onun için ya siyahtır, ya beyazdır. Bu ikisinin arası yoktur. Kişilik ayrımını yapamazlar. O yüzden etrafındaki modeller için seçici ve belirleyici olmak şart... Bunu yaparken de dikkatli olunmalıdır. “Ben, senin şu arkadaşını beğenmiyorum, onunla görüşme!” diye ânî ve sınırlayıcı tepkiler verince, bu sınırlama ters tepiyor ve o şahıs, bir anda gencin modeli veya ekolü hâline dönüşüyor, normalinden daha câzip hâle geliyor. Şunu unutmayın ki, çocuğunuzun arkadaşlarının olumsuz davranışları varsa, sizin çocuğunuzun da olumsuz davranışları vardır. İkisi de ergenlik döneminden geçiyorlar. O yüzden bu tür durumlarda çok akıllıca hareket etmek gerekir. Aksi hâlde çocuğumuzu, yanlışlıkla kendimizden uzaklaştırabiliriz. Ergenin arkadaşlarına büyük tutkuyla bağlanmasının sebepleri nelerdir? Bu bağlılık, nasıl müsbete çevrilebilir? Arkadaşıyla aynı statüde… O yüzden onu otorite olarak kabul etmiyor. Emir vermiyor, aynı problemleri, aynı heyecanı yaşayan, onu kendince anlayan, en önemlisi onu dinleyen öncelikle arkadaşları olduğu için onlara daha çok bağlanıyorlar. Aslında birbirlerini dinlemelerin sebepleri de kendilerini tanımak istemeleri... Kendilerini merak etmeleri… “Ben dışarıdan nasıl gözüküyorum?” düşüncesi… Karşı cinse meyillerinin en büyük sebebi de kendi güzelliklerini test etmektir. “Ben güzel miyim?” veya “Ben yakışıklı mıyım?” sorularına burada cevap ararlar. Arkadaşlıklarda “sağlam arkadaşlık” kurarak ilişkilerde ne kadar vazgeçilmez olduklarını göstermek isterler. Meselâ ben ketumum, ben çok sır saklarım, ben vefâlıyım veya ben cesurum gibi… Çeteler de gençlerin bu zayıf damarını bildikleri için hep buradan yaklaşırlar. Bu yüzden çocuklarımızın arkadaşlarını eleştirmeden, onları değiştirmek veya düzeltmek için müdâhele etmeden, onların ortamlarını kontrol altına almak gerekiyor. Bunun için arkadaşlarının âilesi ile tanışılmalı, gerekirse iletişim hâlinde olunmalıdır. Âilesini yakından tanıdığınız, çocuğunuzun da sevdiği akranları ile evlerinizde onlar için özel şeyler hazırlamalısınız. Bir de çocuğumuzun gittiği okul veya kurs çok önemli... Hangi okullara, hangi âileler çocuklarını gönderiyor; hangi öğretmenler çocuklarımıza rehberlik ediyor, bunları iyi seçmeliyiz. Öğretmen, ebeveynin beklentisine göre, talebesiyle ilgilenir. Anne-baba ilgilenmiyorsa, öğretmen nereye kadar takip edebilir?! Veli, çocuğunu takip eder, öğretmenle iletişim kurarsa, öğretmen, o çocukla daha çok ilgilenir. Ergenlikle birlikte bizim “çocuk” gözüyle baktığımız fert, aynı zamanda artık Allah katında her türlü mükellefiyetinin başladığı bir döneme girmiş bulunuyor. Başka bir ifadeyle o genç, artık “mükellef sorumlu” bir kuldur. Bu dönemde ergene kulluk bilinci ve sorumluluğu nasıl yüklenmelidir? Ergenlik döneminde çocukta fizikî olarak yetişkin görüntüsü oluşmaya başlıyor. Bunun yanında sosyal ve psikolojik açıdan, ahlâkî ve vicdânî açıdan da yetişkin özelliklerini göstermeye başlıyorlar. Çocukluk döneminden itibaren İslâmî terbiye ile yetiştirilmiş, güzel örneklerden istifade etmiş bir ergen, üzerindeki mükellefiyetleri yerine getirmekte gerekli psikolojik ve fizikî olgunluğa ulaşmıştır, diyebiliriz. Sizin, daha önce hiçbir şey söylemeden, on iki yaşına geldiğinde çocuğunuza, “Hadi, artık namaz kıl!” demenizin bir anlamı yoktur. Çok geç kalınmıştır. O döneme kadar namaza alışmış olması gerekiyordu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, “Yedi yaşına gelen çocuğunuza namazı öğretin!” buyurması bu sebeple olsa gerek… Bir de o döneme kadar alıştırdınız, namaz kılıyordu. O döneme geldi, kılmamaya başladı. Böyle bir durumda ne yapmalıdır? Ergen, yapması gerektiğini bildiği bir şeyi yapmamaya başlıyorsa, mutlaka bir şeylere tepkisi vardır. Tepkisinin neye olduğunu bulmak lâzım!.. Ergen, eğer anne-babayı cezalandırmak için namaz kılmıyorsa, önce problemi çözmeli, sonra namazın faziletlerini anlatmalı, hatta kılınmadığı takdirde cezasını haber vermelidir. Ama kesinlikle, “Nasıl olsa kılmıyor, kendi hâline bırakayım!.. İleride belki kılar!..” dememelidir. Biz, çocuğumuza ergenliğe kadar namazı ve diğer ibâdetlerin fazîletini ve mükâfatını anlatmalıyız. Cezasından ise mümkün mertebe bahsetmemeliyiz. Hem o, henüz mükellef değil, hem de korkudan çok sevgiyi öne almalıyız, değil mi? Büluğ devresine ulaşınca da artık mükâfatlarının yanında cezalarını da hatırlatmalıyız, çünkü Allah katında o da yaptıklarından sorumlu… Evet. Hatta büluğa kadar namaz veya diğer ibâdetleri emir olarak değil, ödül olarak çocuğa sunmalıyız. İnsan olmanın, akıllı olmanın, vs. teşekkürü gibi… Cevat Akşit hocadan duymuştum. Çocuklukta yapılan ibâdetlerin nâfile yerine geçeceği, ecrinin ve mükâfâtının olduğu şeklinde rivâyetler varmış. Bunlar çok güzel müjdeler!.. Bir de bu dönemde ibadetlerini severek yapması için âilece, cemaatle yapılırsa daha büyük kolaylık olur. Ergenlikte kötü alışkanlıklara hem merak ve hem de bir meyil başlıyor. Âileler bu konuda nelere dikkat etmelidirler? Bunun için de daha küçüklükte uyanık olmak gerekiyor. Oyuncak alırken veya her isteklerini yerine getirirken aslında onları mutlu etmiyoruz. Aksine doyumsuzluğa alıştırıyoruz. İki tane bebeği varken, siz aynı özellikte bir bebek daha alırsanız, o sahip olduklarının kıymetini bilmediği gibi, sahip olmanın mutluluğunu da tadamaz. Siz burada çocuğunuza mutsuz olmayı, elindeki ile yetinmemeyi öğretiyorsunuz. O da hayatı boyunca hep daha fazlasını ister ve kapitalizmin çarkları arasında ezilmeye başlar. İleride bunun olumsuz sonuçları ortaya çıkıyor. Kendini mutlu edecek başka kaynaklar arıyor, artık oyuncak oynayacak değil! Ya uyuşturucuya ya da sapık inançlara yöneliyor. Bunun en çarpıcı örneği, biraz önce de bahsettiğimiz, bir genç kızın başına gelen vahşî cinayetin katil zanlıları!.. Aşırı özgür bırakılmış çocukluğun sonucunda doyumsuzluğun verdiği bir bunalımdır yaşanan... Mesela her karneden sonra çocuğa büyük hediyeler verilirse, -ki karnesini iyi puanla getirmek, onun zaten görevidir- bu defa üniversiteyi kazanınca ne hediye edeceksiniz veya yaptığı her vazifesinden sonra bir hediye veya teşekkür bekleyen bir çocuğa, vazife bilincini nasıl vereceksiniz? Ergenlik döneminde okul başarısı genellikle düşüyor. Bunun sebebi ve telâfisi nedir? Ergenin bu dönemde, az önce de söylediğim gibi havası değişiyor, ilgi alanları değişiyor. Panik yapmadan, ders notlarındaki düşüşün normal olduğunu ve geçici olduğunu kabul etmelidir. Onunla duygusal alanda işbirliği içinde olduğunuzu hissettirmeli ve onun duygularını anlamaya, gönül âlemine girmeye gayret etmelisiniz. Uygun rehberlikle derslerindeki problem de kısa sürede çözülür. Henüz bir haftalık bebeğinize rağmen bize vakit ayırdığınız ve bu hassas konuda bizleri detaylı bir şekilde aydınlattığınız için çok teşekkür ederiz. İnşâallâh, bu röportajımız hayırlara vesile olur. Asıl ben teşekkür ederim, bize bu imkanı tanıdığınız için… Umarım faydalı olur. büyüdüğünde en iç acıtan anıların sahibi olan çocuktur. kıyamam .. büyüdüğünde en iç acıtan deneyimlere sahip olacak çocuktur. büyüyemez. her uzayış büyümek değildir zira. kompleks sahibi olma ihtimali çok yüksektir. onu bunu kıskanma, farklı biriymiş gibi davranma. babandan zerre sevgi görmemiş bir kız çocuğu isen de büyüyünce herkesin babasıyla ilişkilerini kıskanıp bok atma, arkadaşlarının sevgililerini elinden almaya çalışma, her erkekte baba şefkati arıyorum hesabı ortalık malı olma. emi çocuğum? kendi ruhunun acısını, büyüdüğünde çevresindekilerin ruhunu acıtarak dindirmeye çalışması muhtemel bir sadece anne ve baba sevgisi bile yetmez bir çocuk için, yüzünüze bakan her çocuğua gülümseyin. büyüdüğünde eşinden anne/baba sıcaklığı, şefkati bekleyecek çocuktur. ilerde sorunlu bir birey olur. ne kadar gizlemeye çalışsa da hep nefret vardır içinde. sergilediği davranışlar, söylediği sözler hep bu nefret yüzündendir. büyüdüğünde genelde sanatçı olur. büyüdüğünde kendi de sevgisini kolay kolay ifade edemeyen biri olur. rahatça "seni seviyorum" diyemez mesela. ya da canımlı cicimli olamaz hiç bi arkadaşıyla. biraz mesafe bırakır hep. ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri takip etmek için giriş yapmalısın. Erdoğan ÇALAK GİRİŞ Birey ve bireyleşme terimi, günümüzün Türkiye’sinin anlam dünyasında ve günümüzün Türkçesinde, çoğu zaman bir insanı olumlamak veya insandaki olumlu bir gelişimi ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Birey terimi bu anlamda kullanıldığında çoğu zaman kendini bulmuş, kendi gibi olan, kendi doğrularına göre yaşayabilen, özgürleşmiş birini tanımlamaktadır. Birey terimi, daha nadir olarak da bencil, kimseyle yardımlaşmayan ve dayanışmayan, kendinden başkasını düşünmeyen, yardım etmeyi reddeden, kimseye hayrı olmayan birisini anlatmak için olumsuz bir anlam yüküyle kullanılmaktadır. Gerçekten birey, kendi kendisinin sorumlusu olmayı, başına gelenlerin nedenlerini kendisinde aramayı, kendi gücüne dayanarak yaşamayı, varlığını kendini geliştirerek ve yeterliliğini arttırarak sürdürmeyi seçmiş kişidir. Hayatındaki en önemli ideallerin başında kimseye muhtaç olmamak gelir. Birey, muhtaçlığın özgürlüğü yok ettiğinin farkındadır. Başka bir insana bağımlılık, bireyleşme idealinin gerçekleştirilememesi anlamına gelir ve kişinin kurtulması gereken bir durumdur. Bağımlılık ve muhtaçlık, kendi doğrularına göre olamama, otonom bir birim haline gelememe, özgürleşememe anlamına gelecektir. İnsan, diğer bütün canlılardan çok daha uzun süre ebeveynlerine bağımlı olan bir varlık olarak ancak kendi ayakları üzerinde duracak hale gelebildiğinde bireyleşebilir. Her insan, içinde otonom olma, muhtaçlıktan kurtulma, özgür olma ihtiyaçları taşımasına rağmen erişkinlik çağına geldiğinde mutlaka birey olma aşamasına gelmez ve birey olmaya kalkışmaz. Bazı toplumların yaşam koşulları veya kültürel özellikleri bireyleşmeyi imkânsız hale getirebilir. Genel olarak dayanışma gereksinimi çok yüksek olan ekonomik ve tarihsel koşullarda bireyleşme engellenir; itaat etmeye, biat etmeye uygun insan yetiştirilir. Bir insanın duygu dünyasında oluşan birçok duygu, bireyleşme arzularını beslerken birçok başka duygu insanı içinde bulunduğu sisteme uyum sağlamaya ve kendisinden beklenenleri yapmaya, kendisinden beklendiği gibi olmaya, yani bireyleşmeden vazgeçmeye doğru iter. Bireyleşme hayatla başa çıkma yeterliliğine sahip olmayı ve bunun sonucunda oluşan ayrılma kapasitesine sahip olmayı gerektirir. Bu özellikler oluşmadıysa yalnız kalma ve kaybolma korkuları ağır basar ve kişi başkalarının kendisini benimsemesine duyduğu ihtiyaç nedeniyle kendisi olma cesareti gösteremez, kendisinden beklenenleri yapmaya çalışır yani bireyleşemez. Ayrıca içinde yaşanılan dünya fazlasıyla destekleyici, sahip çıkıcı, kabul edici, dayanışmacı olduğunda üyelerini büyümeye, kendilerini geliştirmeye zorlamaz. Böyle bir sistem, üyelerinden belli bir işlevi yerine getirmelerini bekler; onların ruh halleriyle ilgilenmez. Bu niteliklerdeki toplumlar, hem çocuklarının dış dünyaya yönelmesini sağlayacak güçte çocuk yetiştirmezler hem de çocuklarını kendilerinde tutma eğilimleri gösterirler. Bu koşullarda yetişen kuşaklar, çoğu zaman, içinde büyüdükleri toplumsal bütünlüğün parçası kalma tercihinde bulunurlar. Klan ve aşiret geçmişinden tam kopmamış birçok geri kalmış ülke kültüründe bu dayanışmacı nitelikler ağırlık kazanır, insanlar çocuksudur ama sistem tek tek insanların hayatını kolaylaştıracak biçimde oluşmuştur, dolayısıyla toplumun fertleri arasında bireyselleşme arzuları oluşmaz. Açlık, ağır fakirlik, dış dünyadan gelen şiddete maruz kalma tehlikesi gibi yaşam koşulları tek tek insanların hayatta kalabilmesini imkânsız hale getirebilir. Bu şartlarda doğal olarak insanlar ancak güçlü bir dayanışmanın hüküm sürdüğü bir bütünlük içerisinde kaldıklarında hayatta kalabilirler. Kişinin içinde yaşadığı toplumla uyumunun hayatta kalmanın en büyük garantisi olduğu bu koşullar, bireyselleşmeyi engeller. Bu yaşam koşullarının çok ağır olması durumunun insanlık tarihinin büyük bir kısmını kapsadığını biliyoruz. Bu yüzden geçmişin koşullarında bireyleşebilmek çok az insana nasip olmuştur. Bireyleşmenin yaygınlaşması, toplumların zihniyetinin değişmesine yol açan birçok başka nedenin yanında, bir yandan da bilim ve teknolojinin gelişmesi ve yaşam şartlarının düzelmesiyle ilgilidir. Bu yüzden bireyleşmenin yaygın olarak modern çağlara ait bir insan özelliği olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca sadece büyük toplumun değil insanın içinde büyüdüğü daha küçük toplumun yani aile sisteminin özellikleri, aile içinde çocuktan beklenenler ve çocuğun aile sistemi içinde üstlendiği rol, çocuğun kişilik gücü onun bireyleşmeyi seçebilmesinin ve sürdürebilmesinin belirleyicileri olacaktır. Genel olarak, yaşlılarla birlikte büyük aile içerisinde büyüyen çocuklar, daha itaatkâr yetiştirilirler; çocukların kendileri olmaları istenmez. Onlardan beklenen işlevi yerine getirmeleri, uslu olmaları, sorun yaratmamaları, büyükleri memnun etmeleri beklenir. Anne baba ve çocuklardan oluşan küçük aileler, çocuklarının çocuk olmalarına, doğal olmalarına, içlerinden geleni yapmalarına daha çok izin verirler. Bu ortam, gerek anne babanın birbirine gerek çocuklara daha fazla sevgi taşıdığı ve çocuğa kendisi olma hakkı tanıdığı için çocuğun bireyleşebilmesini kolaylaştırır. Bireyleşmenin önünün açıldığı ailelerde anne babanın amacı çocuklarını hayata hazırlamaktır; çocuklarının yeterliliğini arttırmaya, onların iyi bir eğitim almasını sağlamaya yatırımları yüksektir. Bireyleşmenin önünün kapatıldığı sistemlerde ise çocuğun aileye hizmet etmesi ve aileyi memnun etmesi bekleniyordur. Genel olarak bireyleşmenin özendirildiği toplumlar, dayanışmacı toplumlara göre, daha yaratıcı, daha özgün ve farklı olma cesareti gösterebilen insanlar yetiştirir. Bu toplumların yetiştirdiği insanların ruhsal malzemesi ve kişilik özellikleri, üretkenlik, yaratıcılık ve cesaretin artmasını sağlar. Bu özellikler, bu toplumların bilimin, teknolojinin ve sanatın gelişimine katkılarını artırır. Bireyleşmeyi özendiren toplumların kendi insanlarına verdikleri değer, diğer toplumlardan daha fazladır; hukuk sistemi devleti değil bireyi koruyacak şekilde oluşur. Zaten bireyler de haklarını korumayı öğrenerek ve haklarına duyarlı olarak yetiştirilirler. Bireyleşmiş insanlardan oluşan toplumlara uygun yönetim biçimi demokrasidir. Zaten demokrasi ile yönetilen toplumlarda da toplumsal ideal kendine özgü, yaratıcı, katılımcı, başkalarına saygılı, özgür ruhlu bireyleşmiş insan yetiştirmektir. Demokratik toplumların geleceği bu idealin oluşturulabilmesine bağlanmıştır. Otoriter toplumlar ise bireyleşmiş insanı kendisi için bir tehdit olarak algılar; otorite için birey post modern bir saçmalıktır ve sistemin kalıplarını bozduğu için son derece tehlikelidir, başı bir an önce ezilmelidir. Otoriter toplumlar, içine sinmeyene itiraz eden, korkusuz insanları sevmez, onları yok etmeye çalışır. Onları anarşist, terörist, bozguncu gibi terimlerle tanımlayarak ötekileştirmeye ve marjinalize etmeye çalışır. Otoriter toplumun ideali, iktidar sahiplerinin doğrularını tartışamayan, dünyaya onların gözünden bakan, onların sevdiklerini seven, onların gösterdiklerine düşman olan itaatkâr insan yaratmaktır. Otoriter toplumlarda birey olmanın bedeli, hele toplumu yöneten hâkim ideoloji kişi tarafından benimsenmiyorsa, çok yüksektir. Otoriter toplumlar insanlarını korkutarak, onları çocuklaştırarak varlıklarını sürdürürler. Bu yüzden otoriter toplumların insan malzemesi bir süre sonra kalitesini kaybeder; toplum uzun vadede başındaki çobandan korkan bir sürüye dönüşür, yaratıcılığını ve dinamizmini yitirir. Otoriter toplumlarda insanların ve daha sonra da toplumun karakterinde bozulma olur. İkiyüzlülük, sahtelik, sinsilik, güce tapınma, güçlüye yaranma arzusu, çıkarcılık, zayıf olanları ezme eğilimi, açık ve örtülü şiddetin artması toplumda yaygınlaşır. Sevgi, merhamet, şefkat, vicdan, ahlak geriler. BİREYLEŞMENİN İNSAN RUHUNDAKİ DİNAMİKLERİ İnsanın ruhsal gelişmesi iki temel eksen üzerinde gerçekleşir. Bu iki eksen birbiriyle etkileşim içerisindedir ve birindeki gelişme diğerine de yansır ve birindeki aksama diğerinin de aksamasına yol açar. Bu iki eksenden ilki “sevgi nesneleriyle ilişki ekseni” anne-bebek ilişkisiyle başlar, anne-çocuk, baba-çocuk olarak sürer diğeriyse “kendilik oluşumu ekseni” dir. Bireyleşme sürecinin kesintisiz sürmesi, her iki eksenin de büyük sorunlar taşımaması halinde mümkündür. Aksi takdirde bireyleşememiş, çocuksu, kendini bulamamış, kendinden beklenenleri yaparak yaşamaya çalışan bir insan oluşacaktır. Sevgi ilişkisi ekseni Bebeklik dönemi bir insanın ruhsal malzemesinin ve temelinin oluştuğu son derece önemli bir dönemdir. Bebeğin sağlıklı bir insan olmasının sağlanması açısından en önemli husus, bebeğe onu doğuran annenin bakmasıdır. Bebeklik dönemi bir yaş civarında bebeğin yürümeye başlaması ile biter. Yürümeye başlayan bir yaşındaki çocuk, kendisinin annesine ihtiyacı olmadığına, her istediğini yapabileceğine ve kendisine bir şey olmayacağına inanıyordur. Bu unsurlardan oluşan fanteziye ´omnipotan fantezi’ denir. Bebekliğinin dokuzuncu ayından itibaren annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu anlamıştır ve onun gibi olmayı gerçekleştirmek istemektedir; onun gibi konuşabilmek, onun gibi hareket edebilmek ve ona ihtiyaç duymamak arzusuyla kavrulmaktadır. Bebek, annesinin ayrı bir varlık olduğunu anladığında aralarındaki yeterlilik farkı bebekte ağır ve yakıcı bir haset duygunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Haset duygusunun açığa çıkması bebeğin kendisini bir hiç olarak hissetmesine ve büyük bir gerginliğe yol açar. Bu duygunun ortaya çıkmasına sebep olana anneye karşı da onu yok etmek isteyen büyük bir öfke hissedilir. Ama bebeğin yok etmek istediği anne, bebeğin kendisinin hayatta kalabilmesini sağlayan, onu rahatlatan, onun gerginlikten ve öfkeden kurtulmasını da sağlayan varlıktır. Böylece dokuz aylık bebek, hasediyle annesini yok etmek isterken bir yandan da ona o kadar ihtiyacı vardır ki onu yok etmek istediği için kendisini günahkâr olarak nitelemektedir. Bu durumda anneden uzaklaşabilmek veya anneye benzemek haset duygusunun hafiflemesini sağlar. Böylece bebek, dokuzuncu aydan itibaren bir varlığa aşırı ihtiyaç duymanın ve ona muhtaç olunduğu için ondan uzaklaşamamanın yarattığı çaresizliği ilk defa deneyimlemiş olur. Bebeğin annesi gibi olup ona ihtiyaç duymaktan kurtulmak istemesi ilk otonom olma denemesidir. Yürümeye başlama ile 12 inci ay civarında başlayan dönemde bebek annesine duyduğu ihtiyacı inkâr eder ve kendi yeterliliğini abartır. Kendisini “omnipotan” zanneder kadir-i mutlak olma. “Omnipotan” her istediğini yapabileceğine, hiç kimseye ihtiyacı olmadığına ve kendisine hiçbir şey olmayacağına inanma fantezisine verilen isimdir. 12 inci ayla 18 arasındaki dönemde bebek bu omnipotan fanteziyi gerçekleştirmeye, annesine ihtiyaç duymamaya, ondan bağımsız olmaya çalışır. Bu arada yüzlerce defa düşer, yüzlerce defa elini, ayağını sıkıştırır, kafasını oraya buraya çarpar. 6 ayın sonunda çocuk, hayatın çok tehlikeli ve acımasız olduğunu kabul eder ve annesinin kendisini korumasını ve tekrar himayesine almasını temin etmek üzere annesine yapışır. Çocuk bu altı aylık sürede korunmaya, kollanmaya, beslenmeye, bakılmaya ihtiyacı olduğunu kabullenmiştir. Çocuk, bu 6 aylık dönemde haddini öğrenmek, dış gerçeklik karşısında tek başına kaldığında korunmasızlığını, acizliğini görmek adına büyük bir adım atmış olur. Çocuğun maruz kaldığı zorlanma, annesine tekrar büyük bir ihtiyaç duymasına, annesini gözünde büyütmesine ve onu omnipotan olarak algılamasına yol açar. Annesi ile ilgili tanımı, “Annem her istediğini yapabilir, anneme hiçbir şey olmaz, annem beni korudukça bana da bir sey olmaz”, halini alır. Bu kabul, arkasından, çocuğun yeterliliğini arttırırsa annesi gibi olacağını ve tehlikelerden korunmanın yolunun ustalaşmak olduğunu düşünmesini sağlar. Böylece 18 inci ayına gelen çocuk, birçok gerçeklik kavrayışını edinmiş olur “Hayat tehlikelerle doludur, kendisi bu tehlikelerle baş edememektedir, bu yüzden annesinin sevgisini kaybetmemelidir, annesi gibi olabilmek için kendisini geliştirmesi ve birçok şeyi ondan öğrenmesi gerekir.” Bir çocuk 18nci ayında bu kavrayışları oluşturduysa bireyleşme arzusu içinde oluşmaya başlayacaktır. Muhtaç olmaktan, bağımlı olmaktan kurtulmanın yolunun kendisini geliştirmek olduğunu fark etmiştir. Omnipotan olduğu fantezi dünyasından koparak kendini geliştirme yolunda yürüyebilen çocuk, çOcukluğu boyunca kendini geliştirmeye çalışır. Oynadığı oyunlar bile gelecekte üstleneceğe rollere hazırlanma amaçlıdır. Sağlıklı yaşanan bir çocukluk sonrasında, ergenlik çağında kişi aileden uzaklaşabilecek, arkadaşlarından kendisine bir dünya kurabilecek ve gelecekte ona zarar veren ortamlardan ayrılabilme kapasitesi oluşturacak ve karşı cinse yönelebilecektir. Sevgi ilişkileri ekseninde çocuk daha sonraki hayat dönemlerinde babasına yönelecek ve bu sefer babasını omnipotanlaştırarak benim babam en güçlüdür onunla da kendisini hayata hazırlayan bir deneyimin yaşayacaktır. Baba, erkek çocuk için ona doğruları öğreten ve uygulatan, oluşturabildiklerini yaşayacağını anlamasını sağlayan, yeterliliğini arttırabilmesi için örnek olan ve yardım eden bir ustadır. Kız çocuk için ise karşı cinsle ilk teması oluşturan bir sevgi nesnesidir. Bir sevgi nesnesi olarak babanın sevebileceği birisi olmak, kız çocuğunun kendi cinsiyetini benimsemesinde, kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. İnsan ruhu, sağlıklı bir biçimde gelişecekse, yürümeye başladığında hissettiği omnipotansı, annesine aktaracak ve ona bir süreliğine bağımlı olmaya razı olacaktır. Daha sonra anneye aktarılmış omnipotans, babaya aktarılabiliyorsa çocukların gelişimi hızlanarak sürecektir. Çocuk, kendisini omnipotan zannederken hissettiği coşkuyu, özgürlük duygusunu, içinden gelenleri yapabilmesini hiçbir zaman unutmayacaktır. Normal gelişmede kaybedilen omnipotan fantezilerinin yerine, özgür olma, yeterli ve güçlü olma, kimseye boyun eğmeme idealleri konur. Bu idealleri kaybetmemek, bireyleşmenin sürdürülmesinin motorunu oluşturur. İnsanın bebeklik ve çocukluk çağı boyunca oluşan dünyası bu idealleri taşır. Kişinin içinde yaşadığı toplumun zihniyet dünyası bu idealleri besler veya nankörlük, başına buyrukluk olarak tanımlayarak engellemeye çalışır. Kendilik oluşumu ekseni İnsan yavrusu, başka hiçbir canlının maruz kalmadığı bir travmayla, “hiç olma” deneyimiyle bu dünyaya gelir. Bebek, doğumla beraber anne karnındaki “Bölünmez Bütünlüğün Parçası” olma halinden bir hiç olmaya kayar. Bu yüzden insan yavrusu yeniden olmayı, var olmayı gerçekleştirmek zorunda kalır. “Kendilik” dediğimiz ruhsal oluşum, hiç olmanın ardından yeniden olmanın adıdır. Bebek başlangıçta bir kendiliğe sahip değildir; o anne karnındaki hale kaydığında kendisini her şey olmuş gibi algılamakla, öfkesi arttığında ise doğumdaki hiç olma arasında gidip geliyordur. Başka bir deyişle öfkesi artınca, içindeki gerginlik büyüdükçe “hiç oluyor”, huzurlu olduğunda yeniden “her şey” oluyordur. Bebek büyüdükçe bir bedeni olduğunu, ihtiyaçları olduğunu, iyi halleri ve kötü halleri olduğunu, bir dışı ve içi olduğunu anlamaya başlar. Dokuzuncu ayda annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu anladığında “ben” ve “ben olmayan” kavramları gelişmeye başlar. Çocuk, “ben” kavramını kullanmaya başladığında taslak kendilik oluşmuştur. Kendilik, aslında insanın bedenine, ihtiyaçlarına, algılama sistemine, duygu dünyasına ve hissettiklerine, sahip olduklarına yaptığı bütün ruhsal yatırımları içerir. İnsan bütün bu kendilik unsurlarına yaptığı ruhsal yatırımla bu dünyada var olmayı, bu dünyaya ait olmayı ve varlığını sürdürmeyi becerir. İnsanın kendiliğine ruhsal yatırımı yeterli değilse kendi gördüklerine, kendi hissettiklerine inanamaz ve güvenemez; dünya içinde önüne gelenin kullandığı bir eşya gibi olur. Bu durum aslında bir “hiç olma” halidir; hastalıktır. Çocuğun sağlıklı bir kendilik oluşturabilmesi için ona değer veren, onun ihtiyaçlarına duyarlı, onun beden bütünlüğünü korumasına yardımcı olan onu düşme yanma gibi fiziksel zararlardan koruyan, onun algi sistemine güvenen, onun kendisinden ayn bir varlık olarak algılayan ona önemli miktarda ruhsal yatırım yapan bir anneye ihtiyacı vardır. Annenin bu işlevine “aynalama” denir. Çocuk, annesini bir ayna olarak kullanarak annesinin kendisine yapabildiklerini kendisine yapmayı öğrenir. Anne bebeğine büyük bir ruhsal yatırım yaptıysa bebekte bu durumda sağlıklı bir kendilik oluşur. Sağlıklı bir kendilik oluşumu, çocuğun kendisini değerli hissetmesini sağlar, dünyada bir başkasına benzemeyen, benzersiz, biricik bir varlık olduğu algısını yaratır. Bu durumda çocuk, kendisini değerli hissedebilmek için çok mükemmel ve harika birisi olmaya çalışmaz, kendisini kimseden üstün görmez, insanlarla kendisini kıyaslamaya gereksinmez. Sağlıklı bir kendilik oluşumu, kendi gibi olmayı, hakiki olmayı, nasılsa öyle görünmeyi, abartmamayı, yapaylaşmamayı, kimseyi kandırmamayı, dürüst olmayı bir ihtiyaç haline getirir. Anneleri tarafından gerçekten sevilmiş, onlarla bir ilişki yaşayabilmiş insanlardaki hakikilik duygusu çok önemlidir; hakikiliğin bozulmasına izin vermezler. Her türlü yapaylık ve abartı onları rahatsız eder. Sağlıklı bir kendilik duygusuna sahip olan bir insan özellikle hakikilik ölçülerini bozduğunda rahatsız olur, pişmanlık duyar, bu ölçülerin bozulmasının kalitede büyük bir eksilme oluşturduğunu fark eder. Böylece temelde hakikiliğini kaybetmeme ihtiyacının yattığı kendi gibi olmak, kendi doğrularına uygun olmak, kendi içinden geldiği gibi yaşamak gibi ancak yüksek bir bireyleşme ile erişilebilecek değerler birer ruhsal hedef haline gelir. Sevgi ilişkileri ekseninde insanın karşısındaki insanı olduğu gibi, onu kendisine ait kılmadan, onu bir parçası haline getirmeden, onun iyiliğini ve gelişmesini isteyerek sevebilmesi aşamasına gelmesi ve yukarıdaki ölçütleri hakikilik, dürüstlük, hakikat sevgisi karşılayan sağlıklı bir kendilik oluşumu çakışır ve birbirini besler. Zaten bir insan kendisini sevemeden başkalarını sevemez, başkalarına duyduğu sevgi, kendisine duyduğu sevgiyi besler. Aynı şekilde başkalarına karşı gaddar olmak, insanı kendisine karşı da çok acımasız yapar. İlahi adalet “ne yapıyorsan kendine yaparsın” der. Sevgi ilişkileri ekseninin ve kendilik oluşumu ekseninin ele alınması hakikat sevgisi, hakikilik, dürüstlük gibi sevgi duygusunun nihai ürünleri olan duyguların bireyleşmeyi kişinin gündemine oturttuğunu ve kendini gerçekleştirebilmenin tek yolu haline getirdiğini söyleyebiliriz. YALANCI BİREYLEŞME Bireyselleşme, kişinin kendisinin diğer varlıklardan ayrı bir varlık olduğunu ve temel olarak ne oluşturabiliyorsa, hak ettiği neyse onunla yaşayacağının, mutlu ya da mutsuz olmasının tamamen kendi sorumluluğunda olduğunun kabulünü içerir. Başkalarından alınanlarla veya hak ettiğinden fazlasıyla yaşamak insanı ya bağımlı ya çıkarcı yapar. Birey haline gelmiş kişi, kişisel mutluluğun parayla, şanla, şöhretle oluşamayacağını tam anlamıyla kavramıştır ve hayatı vicdanla, ahlakla, doğrulukla ve sevgiyle yaşamaya çalışır. Yalancı bireyselleşmede ise esas amaç başkalarından üstün olabilmektir. Birey giderek sürüden koparken yalancı bireyleşme kişiyi sürünün önde gideninden olmaya zorlar. Bu durumda kişi kendi çıkarını en iyi gözetmeyi hedeflemektedir. Kendisi ile başkaları arasına çektiği sınır başkalarını ötekileştirecek ölçülerdedir. Onlar öteki oldukları için kandırılabilirler, onlara yalan söylenebilir, onlara ne kadar az verip onlardan ne kadar çok alınıyorsa o kadar doğru yapılıyordur. Onlara ilişkin bir vicdani muhasebe, ahlaki bir tutum gereksizdir. Bunlar ancak bizden olanlarla ilişkilerimizde gereklidir. Gerçek bireyselleşmede kişiyi yöneten duygu sevgi iken yalancı bireyselleşme de kişiyi yöneten duygu haset ve hasetin türevleridir. Rekabet, yenme ve zarar verme arzusu, herkesten üstün olma arzuları hasetten türer. Haset duygusu denetim altına alınamadığında sevgi kapasitesinin azalmasına yol açar. Yalancı bireyselleşmenin sonuçları kişinin herkesten üstün olma arzusunun onu bencilleştirmesi, amaçlarına uyan yalancılığı ve insan kandırmayı doğal bulmaya başlamasıdır. Bu yüzünü toplum içerisinde belli etmemek zorunda olması giderek kişiyi yapay ve sahte hale getirir. Bütün bu tutumlar kişiyi acımasız ve umursamaz olmaya zorlar ve giderek önce kendisine daha sonra içinde bulunduğu topluma yabancılaştırır. Kişi kendisine de başarılı olmaya, her zaman yüksek bir performans göstermeye mecbur olan bir makine muamelesi yapmaya başlar. Hem yakınındaki insanlar hem de kendisi onun kafasındaki mükemmel resmi oluşturmaya çalışan buna mecbur edilen oyunculara dönüşürler. Bütün bu özellikler ciddi bir karakter bozukluğu ve sevgi ilişkisi yaşayamayacak bir yapıya dönüşmek anlamına gelir. Bu insanların hayatlarında, kendilerine ait olmayan ya da kendi parçaları olmayan birisine ruhsal yatırım yapamaz hale gelirler. Herkes ve kendileri giderek mükemmellik idealini gerçekleştirecek araçlara dönüştükleri ve eşyalaştıkları için sevme kapasitesi tamamen kaybedilir. Bu kişilerin sevebilmeleri mümkün değildir. Bu durumda sevginin yerini narsistik amaçlar almıştır ve hem kişinin kendisi hem de yakınındakiler yok olmaktadırlar. Genel olarak kişinin gerçek anlamda bireyleşebilmesi için kendi ayaklarının üzerinde durmaya, kimseye muhtaç olmamaya ve özgür bir varlık olmaya büyük bir ihtiyaç duyması gerekir. İnsanı otonom olmaya zorlayan bu duygusal ihtiyaçların oluşması kişiyi kendisi olmaktan vazgeçmek zorunda kalacağı bir dayanışma sisteminin parçası olmaktan çıkarır. Yalancı bireyleşmede ise rekabet duygulan, başkalarından üstün olma arzuları, çevresindeki herkesi rakibi olarak görmesi ve onlarla yarış içinde olması kişiyi dayanışma içinde olmaktan uzaklaştırır. Bu rekabetçi duygularin dayanışmayı imkânsız hale getirmesi yanlış bir biçimde sanki bireyleşmeyi kolaylaştırıyormuş gibi değerlendirilmelerine yol açmıştır. BİREYSELLEŞEMEME HALLERİ Kişinin bireyleşebilmesi için ruhsal gelişiminin sevme kapasitesi oluşması aşamasına gelmesi gerekir. Bu durumda hem sağlıklı bir kendilik duygusu hem de insanlarla kalıcı sevgi ilişkileri götürmek mümkün olur. Ancak birçok insan bu düzeyde bir gelişme sağlayamaz; bu durumda ya öfke ya da korku kişinin ruhsal gerçekliği içinde daha fazla ağırlık taşır. Öfkenin ağır bastığı durumlarda haset duygusunun türevleri yalancı bireyleşmeye neden olurken korku duygusunun fazlalığı kişiyi bir dayanışma sistemine ait olmaya mecbur eder. Bir insanın iç dünyasında korku duygusunun fazla olması ya kişilik yapısının oluşumu ile ilgilidir ya da yaşam koşulları gerçekten çok zordur ve hayatta kalabilmek ancak bir dayanışma sistemi içerisinde mümkün olmaktadır. Çocuk korkutularak ve ceza tehdidi ile büyütülüyorsa veya anne babası hayattan çok korkuyorlarsa doğal olarak ilerde korku duygusu fazla olacaktır ve dünyayı çok tehlikeli olarak algılayacaktır; çünkü hayat ona çok tehlikeli olarak tanıtılmıştır. Hayatı çok tehlikeli olarak algılayan çocuk ergenlik çağına geldiğinde de dış dünyaya yönelemeyecektir ve ailesine olan ruhsal yatırımı azalmadan sürecektir. Bu yapıdaki bir genç büyüklerinin kendisini yönetmesine ihtiyaç duyacaktır; hayatındaki evlilik, başka bir yere yerleşme gibi önemli kararları büyüklerinin iznine bağlı olarak verebilecektir. Bu yapıdaki bir insan, kendisini doğru idare edebilmek için başında bir büyüğe her zaman ihtiyaç duyacaktır. Himayesi altında olduğu büyüğün doğruları ister istemez onun doğruları olacaktır. Bu durum bireyleşememe anlamına gelir. Korunma ve dayanışma ihtiyacının karşılığı özgürleşememe ve kendisi gibi olamama, kendi doğrularını oluşturamama sonucunu doğuracaktır. Korkuları fazla olan insanların aile, aşiret, cemaat gibi bir yere ait olma, ait olduğu yerin otoritesine rıza gösterme gereksinimleri fazladır. Bir yere ait olma ihtiyacının karşılanmaması büyük bir huzursuzluk, güvensizlik ve tedirginlik duygularıyla beraber hissedilen, kişinin çok da ismini koyamadığı bir korkuya, kaybolma korkusuna yol açar. Çoğu zaman bu ismi konmayan huzursuzluk baş ağrıları, yüksek tansiyon, sürekli adale ağrıları ve yorgunluk hissi ile kendini gösterir. Bir yere ait olma gereksiniminin fazlalılığı ve dayanışma gereksiniminin yüksekliği kişiyi ait olduğu yere karşı nesnel olamaz hale getirir. Dayanışma sistemi aile, aşiret, ulus, cemaat çoğu zaman yüceltilir. Dış dünyadan duyulan korku ve dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç ne kadar fazlaysa dayanışma sistemi o kadar yüceltilir. Aynı klan sistemlerinde olduğu gibi sistem içi, sistemin içindeki insanlar ““iyi”, sistemin dışı ve sistemin dışındaki insanlar “kötü” olarak tanımlanır. Bu durumda dayanışma sisteminin dışındaki insanlara karşı ayrımcı davranılması, onların ötekileştirilmesi ve onlara zalimlik yapılması gayet doğal olarak algılanır. Tarihteki birçok zulüm, bu dayanışma sisteminin dışındaki dünyanın kötü olarak tanımlanmasına yol açan mekanizmalar yüzünden zulüm olarak tanımlanmadan, hatta sevap olarak tanımlanarak yapılmıştır. Bir dayanışma sistemine duyulan büyük ihtiyaç kişinin kendi vicdanıyla değil gurubun vicdanıyla davranmasına yol açar. Kişinin bireyleşememesinin kişilik oluşumu üzerinde ciddi sonuçları olur. Kişinin sevgi duygusunun hâkim olduğu bir yapılanmaya erişmesini bozar. Her şeyden önce hakikat sevgisi oluşmaz; çünkü dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç, kişiyi her şeye kendi cemaatinin çıkarları açısından bakmaya zorlar ve bu durumda kişinin bakışı būtünüyle taraflı olacaktır. Böyle olunca cemaat ayrı bir terazide cemaat dışı başka bir terazide tartılır; nesnel gerçeklik ve hakikat arka plana atılır. Bu durum adalet ve liyakat duygusunun gelişmesini engeller. Bir insan bir göreve getirilecekse onun o görevi hak edip etmemesinden liyakat çok aynı cemaatten olup olmadığı önem kazanır. Bütün bu tutumlar ayrımcılığa yol açar. Kişinin kendi vicdanı yerine ait olduğu gurubun vicdanı ile davranması, ayrımcılık, ötekileştirme gibi yolları kullanması onun sevgi duygu suyla yönetilme aşamasına gelmesini engeller. Bu durumda kişinin söylediği, inandığı ve yaptığının tutarlı bir hale gelebilmesi tamamen her şeye içinde bulunduğu cemaatinin gözüyle bakmasıyla, cemaatinin duygularinı kendi duyguları haline dönüştürmesiyle mümkündür. Kişinin hissettikleri, duyguları, ihtiyaçları, davranışlan ve vicdanıyla bir bütün haline gelmesi, kendiliğini bütünleştirebilmesi amacı terk edilmiştir. Tutarlılık ve bütünlük cemaat ile bütünleşerek sağlanacaktır. Bu durumda bireyleşme amacı ve ihtiyacı tam anlamıyla terk edilmiştir. Bir insanın kendi duygu dünyasının yerine ait olduğu sistemin duygu dünyasını koyması onu özel hayatında sudan çıkmış balığa çevirir. Kişi özel hayatını da cemaatinin doğruları ile götürmeye çalıştığında, kendisini cemaat tarafından en uygun olduğu söylenen bir kalıba sokmaya başlar. Bu durumda kişinin kendi hakikiliği bozulur ve bir sevgi ilişkisi götüremez. Çünkü sevgi ilişkisi, insanın içinden gelenle ve hakikiliğini bozmaması halinde yaşanabilir. Aksi takdirde sevgi ilişkisi birbirine mükemmel bir eş olma oyununun oynandığı bir evcilik oyununa dönüşür. Bu durum, çok uzayan bütün oyunlarda olduğu gibi bir süre sonra sıkıcı olur. Bireyleşmenin sakatlandığı durumlarda kişiler, içlerinden geleni değil kendilerinden bekleneni yapmaya çalışırlar ve eşlerinden de aynı şeyi beklerler. Bu durum çoğu zaman eşler arasında örtülü bir öfkenin oluşmasına ve cinsel hayatın bitmesine veya vazifeye dönüşmesine yol açar. Aslında ilişkinin sevgi içeriği kaybedilmektedir. TARİHSEL KOŞULLAR BE BİREYLEŞME Sıklıkla kapitalist sistemin bireyleşmeyi oluşturduğu ve bireyin bir ruhsal yapı olarak kapitalist sistemin bir ürünü olduğuna dair fikirlerle karşılaşırız. Gerçekten de birey olmanın hukuki, siyasal, ekonomik, kültürel ve felsefi açılımları kapitalist ekonomilere sahip Batı dünyası tarafından oluşturulmuştur. Bireyin hak ve özgürlüklerinin tartışıldığı ve geliştirildiği, bireyin yüceltildiği dünya kapitalist ekonomik sisteme sahip Batı dünyasıdır. Dünyanın tarihsel koşulları, Batı dünyasını bireyin haklarının güçlendirilmesi ve korunmasıyla meşgul ederken Doğu dünyasını devletin güçlü olması, devletin ne pahasına olursa olsun, vatandaşlarını ezme pahasına da olsa varlığını sürdürmesinin ağırlıklı hedefi haline getirmiştir. Batı uygarlığını oluşturan toplumlar başlangıçlarından itibaren sınıflı toplumlar olmuşlardır. Batı uygarlığının yaratıcısı olan eski Yunan ve Roma top lumları köleci bir ekonomik sisteme sahiptiler; üretim, kölelerin emeği kullanılarak elde ediliyordu. Şehir devletlerinin kurucuları, yöneticileri ve şehirlerin özgür vatandaşları köle sahipleriydiler. Bu şehir devletlerinde, kölelerin hiç bir hakkı yoktu, köleler mal sayılıyorlardı. Böyle bir geçmişten gelerek, Batı insanı bir insanın başka birisine ait olmasını ve onun ekonomik bir aracı olarak kullanılmayı deneyimlemiştir. Bu durumda bu toplumlarda kişinin özgürleşmesi, hak ve özgürlüklerinin korunması yüksek bir ideal haline getirilmiştir. Hâlbuki Doğu toplumları, çevrelerindeki başka toplumların, klanların kendilerini yağmaya ve katliama maruz birakmasından, onlar tarafından yok edilmekten onlarla baş edebilecek kuvvette bir silahlı güç olmayı becererek korunmaya çalışmıştır. Daha büyük istilacı güçlere karşı durabilmenin tek yolu ise birbirleri ile dayanışan klanlar ve aşiretler topluluğu olabilmekten geçmiştir. Bu topluluklar yerleşik üretim yapabilen toplumlar olmaktan çok göçebelikle geçinen çevredeki aşiretler için caydırıcı olabilecek bir silahlı gücü de barındıran aşiretlerdir. Bu toplumlar, kalıcı bir üretkenlik oluşturmaktan çok varlıklarını sürdürebilmeye kilitlenmişlerdir. Böyle olunca Batı ve Doğu toplumları ayrı var oluş biçimleri oluşturmuştur. Batı toplumlarında özgürlük teması, Doğu toplumlarında ise birlik ve beraberlik, kardeşlik temaları, değer sisteminin merkez kavramları olmuştur. Bütün bu tarihsel nedenlerle Doğu, her zaman Batıyla kıyaslandığında daha dayanışmaca bir dünya olmuştur. Felsefesiyle, yetiştirdiği insan tipiyle, zihniyet dünyasıyla Doğulu ile Batılı arasında bir fark olmuştur. Bu noktada kapitalizmin bireyleşmeyi kolaylaştırması hatta mecbur etmesiyle ilgili fikirlerin irdelenebilmesi için sorulması gereken sorular vardır. Birinci önemli soru “Acaba kapitalizmin özündeki pazar ekonomisi, serbest piyasa, rekabetin özendirilmesi bireyleşme için uygun koşullar oluşturur mu?” İkinci önemli soru “Acaba ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşumunun bizzat kendisi bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?” Ortamın, daha çalışkan, cesur, gerçekçi, kararlı, sabırlı ve mücadeleci olanların daha fazla kazanmasını sağlayacak şekilde oluşmasının kişileri kendilerini geliştirmeye özendireceği muhakkaktır. Serbest rekabet ve serbest ticaret, Batı toplumlarında, başlangıçta bu ortamı oluşturmuştur. Eski Sovyetler Birliğinde çalışanın da çalışmayanın da bir maaşının ve işinin olmasının toplumu tembelliğe, disiplinsizliğe ve alkole ittiğini o ülkelere giden herkes rahatlıkla görebilir. Kapitalist sistem başlangıcında, 18 ve 19 inci yüzyıllarda kişileri, yeterli ve girişken olmaya itmiştir. Binlerce insan daha iyi bir dünya kurabilmek için Atlantik ötesine göç etmişler, yeni bir vatan oluşturabilmek için büyük bir maceraya girişebilmişlerdir. O dönemin dünyasında yetersizler, işsiz kalmaya veya az bir gelire razı olmak zorunda kalmışlardır. Bu ortam, insanları daha girişken olmaya, daha iyi bir eğitim almaya, daha çok okumaya, çocuklarını okutabilmek için fedakârlıklar yapmaya itmiştir. Kapitalist toplumlarda oluşan dinamizm eğitimin kalitesini ve yaygınlığını arttırmış, bilim ve teknolojide sıçramalar gerçekleştirilmiştir. Giderek çalışma hayatında kaba emeğin yerini makinelerden anlayan, onları tamir edebilen, bir sorun çıktığında onun çözümü için yaratıcı yollar bulabilen kalifiye bir emek almış ve bununla beraber Batı toplumlarının insan malzemesi de daha iyi eğitimli, daha disiplinli, daha iyi işbirliği yapabilen, daha iyi örgütlenebilen insanlar olarak değişmiştir. Kapitalist sistemin gelişmeye başlamasıyla beraber insanların kendilerini geliştirmeye, kendi yeterliliklerini arttırmaya yöneldikleri, çocuklarını çevrelerine daha uyumlu olmak yerine daha başarılı olacak şekilde yetiştirmeye başladıkları açık bir şekilde görülmektedir. Bu değişim, klan örgütlenmesi gibi herkesin benzer koşullarda yaşadığı, mutlak dayanışmacı bir dünyanın sonunu getirmesi kaçınılmazdır. Bunun yerine herkesin kendi gücünü ve kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştığı, kişinin kimseye bağımlı ve muhtaç olmak istemeyeceği kişisel gelişmeyi ve bireyleşmeyi güdüleyen bir sistem oluşacaktır. İnsanın dış dünya ile ilişkili olan kısmındaki bu kısma insanın kabuğu diyebiliriz bu gelişmeler birkaç kuşak içinde yeni yetişen kuşakların daha derin katlarına inmeye başlar. Örneğin çocukları için eskiden daha koruyucu olan anneler çocuğun kendini geliştirme arzularını sevimli ve doğal bulmaya başlarlar. Daha önce ki kuşaklarda çocuğun merdivenden tek başına inmesine izin vermeyen anneler, daha yeni kuşaklarda çocuğun kendi gözetimleri altında merdivenden inmesine izin vermeye başlarlar. Toplumdaki daha koruyucu ve tutucu zihniyetin değişmesi ile birlikte, çocuğun kendisini geliştirme ve yeterliliğini arttırma çabası ebeveynlerin de hoşuna gider. Hâlbuki daha dayanışmacı ve korkuların ağır bastığı bir zihniyet dünyasında çocuğun merdivenden tek başına inmek istemesi çocuksu bir haddini bilmezlik ve şımanklık olarak algılanır. Yukarda insanın dünyayı ve başka insanları sevebiliyor olmak için özgür ve otonom olmaya ihtiyacı olduğunu aksi takdirde içinin öfke ve korku dolu olacağını anlamasıyla yürüyen bireyleşme süreciyle daha çok öfke ve hasetten kaynaklanan herkesten üstün olma ihtiyacının güdülediği yalancı bireyleşmenin farkı üzerinde durmuştuk. Kapitalizm sadece insanları daha çalışkan ve yeterli olmaya mecbur etmez ayrıca insanları diğerlerinden daha üstün olmaya, daha harika olmaya, daha iyi bir fotoğraf olmaya, bir marka olmaya da zorlar. Kapitalizmin sadece üretme boyutu değil bir de tükettirme boyutu vardır. Kapitalizm tükettirme sorununu tüketmeyi bir üstünlük, bir statü haline getirerek çözmeye çalışır. Çünkü sistemin kendisini sürdürebilmesi için ürettiklerini satabiliyor olması gerekir. Aksi takdirde ekonomik kriz oluşur ve sistem çöker. Üretici insan çalışkan, becerikli, diğer insanlarla beraber çalışabilen, onlarla işbirliği yapabilen, güvenilir, taahhütlerine sadık ve mütevazı olmak zorundadır. İsraf etmeyi sevmez, verimli olmak, yaptığı işi iyi yapmak gibi değerlere sahiptir. İyi tüketmesi istenen, sistemin işine yarayan tüketici ise başkalarından üstün olduğunu düşünen ve bu düşüncesindeki haklılığını dünyaya ispat etmeye çalışan birisidir. Kendisini çok çekici bir fotoğraf ve bir marka olarak tasarlamaya çalışır. Bu yüzden markalarla ve görünüşle çok meşguldür. Tüketmenin üstünlük olduğuna inanır ve kendisini sahip olduklarıyla gerçekleştirmeye çalışır. Bu özellikleriyle hem kendisini hem diğer insanları bir fotoğrafa, değerli olmaya çalışan bir nesneye indirger. Hayatın anlamını statüsünü yükseltmek ve başarılı olmak olarak tanımlar. Bu tüketici profili ağır narsistik özellikler gösterir ve sevgisiz bir varlıktır. İnsanın bütün varoluşunu bir tane olmak, biricik olmak, en üstün olmak gibi narsistik gereksinimlerinin üzerine kurması onun giderek kendisini nesneleştirmesine ve insanlığını yok ederek kendisinin yok olmasına yol açar. Bu yüzden bugün narsistik bozukluklar Batı uygarlığının ürettiği toplumsal bir felaket haline gelmiştir. Kapitalist sistemin kendisini sürdürebilmek için giderek ağır kişilik bozuklukları yarattığı son derece aşikârdır. Sistemin üretme gereksinimi ya otomatik üretim tezgâhlarına ya da gelişmekte olan ülkelere ve Doğuya Çin, Japonya, Kore, Vietnam, Tayvan kaydırılmış görünmektedir. Çünkü Batı uygarlığının insanı giderek üretken özelliklerini kaybederken henüz bu ülkelerin halkları üretken özellikler göstermektedirler. Kapitalist sistemin insanın bireyleşmesine etkisi üzerine sorduğumuz soruyu o zaman şu şekilde cevaplayabiliriz “ Kapitalist sistem, başlangıç dönemlerinde, insanların kapitalizm öncesi dayanışma sistemlerinin çökmesine yol açmıştır. İnsanların bir dayanışma sistemi içinde yer alarak ha yatta kalmaya çalışmak yerine kendilerini geliştirerek, yeteneklerine ve kendilerine güvenmelerinin daha doğru olduğunu savlamıştır ve bu sav, belli bir gücü olan insanlar için doğru çıkmıştır. Bu zihniyet değişikliği üretici insan olmanın bir değer olduğu tarih dönemlerinde bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Bireyleşmenin yaygınlaşması ekonomi alanında üretimin artmasına, bilim ve teknolojide hızlı gelişmeler olmasına, siyasi planda bireyin toplumların yönetimine katılımına, siyasi partilerin ağırlığının artmasına, demokrasinin gelişmesine, kimliklere saygıya, kadın hakları ve tüm insan haklarının kabulüne yol açmıştır. Günümüzdeki kapitalizm ise artık üretim ağırlıklı bir sistem olmaktan çıkmıştır, giderek tüketim toplumlarına dönüşmüştür. Günümüzün kapitalizmi, insanların narsistik ihtiyaçlarını uyararak yapay ve ruhsuz bir varoluşu özendirmektedir. Bu durum gerçek bireyleşmeyi engellemekte onun yerine insanların sevgisizleştiği, yalnızlaştığı, herkesin birbirinden üstün olmaya çalıştığı ve birer görüntüye dönüştüğü sahte bir bireyleşmeyi koymaktadır.” Sorduğumuz ikinci önemli soru “Acaba ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşumun bizzat kendisi bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?” idi. Gerçekten refahın ve toplumsal örgütlenme düzeyinin gelişmesi, insanların hastalıklar, yaşlılık, aç kalma, başkalarının açık şiddetine maruz kalma gibi sorunların büyük ölçüde çözülmesini sağlamıştır. Bu gelişmeler, dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacın azalmasına yol açmıştır. Bundan yüz yıl önce yaşlılık ve hastalık karşısındaki tek teminat çocukların ebeveynlerine sahip çıkmaları ve onlara bakmalarıydı. Böyle bir ortam da ebeveynlerin çocuklarını kendilerinde tutacak şekilde yetiştirmeleri, onları kendilerine bağlı tutmaları kaçınılmazdır. Böyle bir sistemde, anne babanın beklentilerine uygun olmak “hayırlı çocuk”, anne babadan bağımsızlaşmış, kendi hayatını kurmaya çalışanlar ise sistemin mantığı gereği “nankör” yani kötü olarak tanımlanacaklardır. Çocuğunu kendisinde tutmak isteyen ebeveynin bilinçaltı, çocuğa dış dünyayı çok tehlikeli olarak tanıtır ve çocuğu korkak yapar. Bu anlamda hayat koşullarının olumlu yönde değişmesi, sosyal devletin oluşması dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacı azaltarak, ebeveynlerin bilinçaltlarında çocukların özgürleştirilmesini kolaylaştırmış ve bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Kendisi bireyleşmiş ebeveyn çocuğunu kendinde tutmaktan vazgeçer; çocuğunu hayatın altından kalkacak, kalıcı bir sevgi ilişkisi sürdürebilecek yani hayat içinde bozulmadan yaşayabilecek, ahlaklı ve vicdanlı birisi olarak yetiştirmeye çalışır. Çocuk sahibi olmak giderek bir ihtiyaç olmaktan çıkar sevgiyle yapılır hale gelir. Bu durumda ebeveyn, insanlığın kültürel ve ahlaki birikimini çocuğuna aktararak ondan sağlıklı çocuklar yetiştirerek insanlık zincirinin sürdürmesini bekler. İkinci soruya cevabımız “insanın daha insani bir ortamda yaşamasını sağlayan her türlü gelişmenin birey olma sürecine hizmet edeceğini kabul etmek gerekir. Kapitalizm, üretimin artmasını, bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlayabildiği ve sosyal devlet anlayışını gerçekleştirebildiği, demokrasi kültürünün oluşmasından, insan haklarından ve özgürlükle- rinden yana olduğu tarihsel dönemlerde insanın ruhen gelişmesine de katkıda bulunmuştur.” ÜLKEMİZDEKİ DURUM Ülkemiz de birçok aile sistemi yan yanadır ve bazen iç içedir. Toplumuzun özellikle kırsal alanında geleneksel dayanışma sistemini sürdürmeye çalışan aile tipi geleneksel aile-büyük aile hâkimdir. Büyük şehirlerde geleneksel dayanışma sisteminden çıkmış, karı-koca- ve çocuklar üzerine kurulan ve hayatı kendi kapasiteleri ile yaşamaya çalışan modern aile- çekirdek aile yaygındır. Büyük şehirlerde, daha Batılı bir eğitim almış genç kuşak arasında küresel kapitalist dünya ile bütünleşmiş eşlerin beraberce statülerini yükseltmeye çalıştıkları tüketim toplumu aile sistemi giderek yaygınlaşmaktadır. Birçok aile ise melez durumdadır. Kendi ayakları üzerinde durabildiklerinde çekirdek aile iken, bir kriz durumunda desteğe ihtiyaçları arttığında geleneksel aile sistemine kayan, gelir düzeyleri yüksekken tüketim ve statü gereksinimlerine göre yaşayan statülerini kaybettiklerinde daha birbirleriyle dayanışmaya yönelen birçok aile vardır. Geleneksel aile sisteminde yaşlı kuşağın ağırlığı fazladır çünkü çocuklarının bir düzen kurabilmesini ve bu düzeni sürdürebilmelerini büyük ölçüde onlar sağlamışlardır ve ekonomik gücü ellerinde tutarlar. Genellikle büyükler ve evlendirdikleri çocukları birbirlerinden kopmamışlardır veya aynı evde yaşarlar ya da ayrı evlerde yaşasalar bile ekonomik alış veriş sürüyordur; bütçeler tam anlamıyla aynlmamıştır. Erkek çocuğu anneleri ve babaları, gelinlerinden kendilerine hizmet etmelerini beklerler. Bu sistemde geleneklere uymak, ailenin doğrularına uygun yaşamak önemlidir; geleneklere uygun davranmayan, kendi doğrularına göre yaşama iddiasında olan sistem dışına atılır. Anlaşıldığı gibi bu sistem çocukların bireyeşmesini istemez, bunu bir tehlike olarak algılar; kendi geleneklerine ve doğrularına göre davranılmasını yaşanmasını bekler. Bu sistemde yetişen gençler dış dünyadan, kendilerini doğru idare edememekten, sistemden dışlanmaktan korkacak şekilde yetiştirilirler. Bu sistemde yetişen insanlar, yeterince bireyleşmedikleri için büyük şehirlerde yaşadıklarında bir dayanışma sistemine ihtiyaç duyacaklardır. Bu dayanışma sistemi yaygın olarak akrabalıktır, bazen hemşerilik, bazen de dini bir cemaat olabilir. Geleneksel sistemin yetiştirdiği insanların yetiştirilme tarzı olarak günümüzün dünyasının gerçeğine uygun olmamaları onları kendilerine uygun daha dayanışmacı başka bir dünya kurma mecburiyetine itmektedir. Dayanışmacı bir sistem güvenlik ihtiyacına cevap verir ama karşılığında kişinin kendi doğrularını bırakıp sistemin doğrularına göre davranılmasını bekler. Kişinin kendini idare etme deneyimine sahip olmaması onu önemli kararların verilmesi aşamalarında bir “baba”ya ihtiyaç duyar hale getirir. Bu ruhsal yapılanma kendini “baba” ya itaat etmek zorunda hisseder ve kendi doğrularını oluşturmayı engeller. Bütün bu özellikler, çocuk kalındığı anlamına gelir ve sevmekten çok ihtiyaçlı olmak sonucunu doğurur. Dayanışma sistemleri insanları çocuk bırakır ve sevme kapasitesinin oluşumunu yavaşlatarak insanların özel hayatlarını bozar. Kadınla erkek arasındaki kalıcı sevgi ilişkisi, erişkinlere özgüdür; çocuksu olup kalıcı bir aşk ilişkisi yaşayabilmek mümkün değildir. Geleneksel aile sistemi bireyleşmeye izin vermez. Çünkü bireyleşme ile geleneksel aile sisteminin dokusu birbiriyle uyumlu değildir ve bireyleşen geleneksel sistemden kopar. Çekirdek aile sistemi aileyi oluşturan kadınla birbirlerini sevdiklerinden emin oldukları ve kalıcı bir ilişki götürebileceklerine inandıkları için kurulur. Eşler birbirlerinden cinsel rollerine uygun sorumluluklar almalarını ve birbirlerini tamamlamalarını bekliyorlardır. Kadının kadın gibi olması erkeğin erkek gibi olması beklenir. Eşlerin amaçları birlikte bir hayat kurmak, hayatın altından birlikte kalkmaktır. Genel olarak gençler birbirlerini seçtikten sonra kızın ve erkeğin aileleri tanışırlar. Eşler, başlangıçta ailelerinden destek alsalar da beraber yaşayacakları hayatı kendileri finanse edeceklerdir. Çekirdek aile başlangıcından itibaren bir sevgi ilişkisi olarak kurulur ve sağlıklı ve kalıcı bir cinsel hayatı amaçlar. Bu aile sisteminde çocuklar, karı kocanın birbirlerine hissettikleri sevginin ürünüdürler ve sevgiyle büyütülürler. Çekirdek aile daha çok erkeğin kazancı ile geçindiği için aile reisi erkektir. Ama aile reisliği otoriter bir mahiyet taşımaz, önemli kararlar birlikte alınır. Kadının da aile içinde bir iktidar alanı vardır, o alanda son söz kadına aittir. Koca, bu çerçeve içerisinde aileyi karısıyla tam bir işbirliği içerisinde yönetir. Bu sistemde kadının annelik işlevini benimsemesi beklenir; çocuklara üç yaşına gelene kadar, annenin kendisinin annelik yapabilmesi son derece önemlidir. Bu yüzden erkek dış dünyanın altından kalkmayı kendisinden bekler, eşi çocuklar yuvaya gidebilecek yaşa geldikten sonra çalışır. Erkeğin babası aileyi yönetme konusunda her hangi bir yetkiye sahip değildir; baba olarak sevilir sayılır, gerektiğinde sahip çıkılır. Çekirdek aile sisteminde erkeğin aile reisi olması ona ailenin imkânlarının dağıtılmasında öncelik vermez. Tam tersine ailede önce en küçükler, en zayıflar, en ihtiyaçlılar önceliklidir, önce onlar düşünülür, baba en büyük olduğu için imkânların dağıtılmasında en sona kalır. Çekirdek aile sistemimde baba sistemi adalet ve sevgiyle yönetebiliyorsa çocuklar sağlıklı bir biçimde ve bireyleşerek büyürler. Çekirdek aile sistemi, tamamen kadınla erkeğin birbirine duyduğu sevgi üzerine oturduğu, beraberce aralarındaki sevgiyi üretmeye ve onunla hayatı anlamlandırmaya çalıştığı için ruhen çok gelişmiş olmayı gerektirir. Bu sistem insanların narsistik ihtiyaçlarına değil sevgi, saygı, yakınlık, birbirinin iyiliğini isteyebilme, birbirine değer verme gibi gerçek ihtiyaçlarina yönelmiştir. Yapaylık, abartma, gösteriş, övünme, tembellik, rahatına düşkünlük, kendini beğenmişlik çekirdek aile sisteminin yürümesini imkânsız hale getirir. Bu yüzden bu sistem yoğun olarak 1950li yıllarda denenmesine rağmen, insanoğlunun sevme kapasitesi yeterli olmadığı için yürümemiştir. Ruhen yeterince gelişmemiş, sevgi kapasitesi eksik insanlar aralarındaki sevgiyi canlı tutamazlar, birbirlerine ruhsal yatırımlarını sürdüremezler ve birbirlerinden sıkılmaya başlarlar. 1950’li yılların filmlerinde hayatın kadın erkek sevgisi üzerine kurulmaya çalışıldığı, aşkın yüceltildiği net olarak görülür. Günümüzde çekirdek aile sisteminin yerine eşlerin birbirlerini daha çok statülerini yükseltmek için bir ortaklık gibi bir araya geldiği evlilikler yaygınlaşmaktadır. Bu aile sistemine “ tüketim toplumu aile sistemi” diyorum. Çoğu zaman bir ortaklık gibi kurulan bir sistemde, eşler arasında, birbirine ruhsal yatırım yeterince olmadığı için böyle bir sistem aile vasfına da erişmemektedir. Böyle bir sistemde çocuk, eşlerin “hiçbir şeyleri eksik kalmasın fotoğraf tamamlansın” ihtiyacına cevap vermektedir. Çocuk, kendisine bir yatırım yapılmadığı için bakıcılara bırakılmaktadır, sıklıkla değişen birçok bakıcı arasında çocuk sahipsiz kalmaktadır; anne kendi derdinde, baba kendi derdinde olmaktadır. Daha işlevsel olabilen tüketim toplumu aile sisteminde anne ve baba çalışmakta ve başanılarını ve sahip olduklarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Mutlu olabilmenin sahip olduklarını arttırmaktan, istediklerini elde etmekten, statülerini yükseltmekten geçtiğine neredeyse iman etmişlerdir. Bu inanç kalıbı günümüzün küresel kapitalizminin “motto“ sudur. Bütün saygı, sevgi, dürüstlük gibi değerlerin yerine geçmiştir. Böyle bir sistemin çıkarlar üzerine oturduğu ve sevgisiz bir varoluşu dayattığı açık olarak görünmektedir. Nitekim bu sistemde kadın ile erkek arasında cinsel hayat çok kısa süre içinde tükenir. İki taraf da beraber daha başarılı olacaklarına inanıyorlarsa, çıkarları örtüşüyorsa, her biri kendi işinde, kendi arkadaş çevresinde, akşamları bilgisayarlarının veya televizyonlarının başında yaşar giderler. Böyle bir sistemde yetişen çocuklar, aslında annesiz babasızdırlar. Onların çok ağır sorunlu olmasından başka bir olasılık yoktur. Küreselleşmiş kapitalist sistem tepeden tırnağa yapaydır, bir görüntüden, bir fotoğraftan ibarettir. İnsanlar kendi gerçek ihtiyaçlarını unutup sadece narsistik ihtiyaçların peşine takıldıklarında aslında sanallaşmaya ve yok olmaya başlarlar. Başlangıçta sadece canlı bir varlık olan insan vavrusunun hakiki bir insana dönüşmesini sadece hakiki insanlardan oluşan hakiki bir ortam sağlayabilir. Giderek dünyanın imaj ve marka dünyası haline gelmesi, insanların çıkarlarını duygularının önüne koyması ve her şeyin bu denli sanallaşması, aileyi yok ederek insan kaynağının kurumasına yol açacaktır. Ya da tüketim toplumunun insanlık için oluşturduğu tehlike kapitalist sistemin sonunu getirecektir. *Psikiyatrist Muhafazakar Düşünce • Yıl 8- Sayr 32 . Nisan – Mayıs – Haziran 2012 Kaynak

annesiz büyüyen erkek çocuğun psikolojisi